Agatha Christie
16.50 Treni
Romandaki Karakterler
Elspeth McGillicuddy: Kararlı, dikkatli bir yaşlı hanım. Trende gördüklerinin gerçek olduğundan emindi.
Lucy Eyelesbarrow: Son derece zeki ve yetenekli bir genç kız. Yaşamını hizmetçilikle kazanıyordu.
Bay Luther Crackenthorpe: Ailenin babası. Miras nedeniyle oğullarını görmek bile istemiyor, herkesin kendisinin ölümünü beklediğini düşünüyordu. Cimriliğiyle ailesinin nefretini kazanmıştı.
Emma Crackenthorpe: Ailenin hayattaki tek kızı. Hiç evlenmemişti. Babasıyla ağabeylerini mükemmel bir şekilde idare ediyordu.
Harold Crackenthorpe: Ailenin başarılı banker oğlu. Olayların adına zarar getireceğinden endişeleniyordu.
Cedric Crackenthorpe: Ailenin ressam olan oğlu. İbiza’da yaşıyordu. Bohem tavırlarıyla çevresini kızdırıyordu.
Alfred Crackenthorpe: Ailenin diğer oğlu. Başı hiç beladan kurtulmuyordu. Ufak dolandırıcılıklarda hiçbir sakınca görmüyordu.
Martine Crackenthorpe: Ailenin savaşta öğlen oğlu Edmund’un karısı. Neden birden ortaya çıkıp, mektup yazdığı anlaşılamıyordu.
Bryan Eastley: Ailenin ölen kızı Edith’in eşi. Eski, başarılı bir savaş pilotu. İşsizdi.
Alexander Eastley: Ailenin sevgili torunu. Bryan’ın oğlu, babasının mutlu olmasını istiyordu.
Hillman: Emektar bahçıvan. Crackenthorpe’un cimriliğinin olaylarda payı olduğunu iddia ediyordu.
James Stoddart-West: Alexander’in arkadaşı. Meraklı bir çocuktu.
Lady Stoddart-West: James’in annesi. Son derece zengin bir kadın. Bazı gizleri açıklamanın gerekliliğine inanıyordu.
Dr. Quimper: Ailenin doktoru. Emma’ya hayranlık duyuyordu. Baba Crackenthorpe’un sağlığına ilişkin kuşkuları vardı.
Bay Wimborne: Ailenin avukatı. Olayların en son kendine açıklanmasını anlamıyordu.
Anna Stravinska: Balerin. Nerede olduğunu bilmiyordu.
Müfettiş Bacon: Kesin yargıları vardı. İnsanları iyi tanıyordu.
Müfettiş Dermot Craddock: Miss Marple ile daha önce de çalışmıştı. İşin içinde bir iş olduğunu düşünüyordu.
Miss Marple: Cinayetlerin gizini çözmekte usta bir ihtiyarcık. Hareket gücünün iyice azalmış olmasından tedirgindi.
Bölüm 1
Bayan McGillicuddy peronda, valizlerini taşıyan hamalı izliyordu. Kısa boylu ve toplu Bayan McGillicuddy soluk soluğa kalmıştı; hamalsa uzun boyluydu ve büyük adımlarla yürüyordu. Ayrıca yılbaşı alışverişinin sonucu olarak Bayan McGillicuddy’nin kolları çok sayıda paketle doluydu. Bu eşit olmayan kişiler arasındaki bir çeşit yarıştı; kısa bir süre sonra hamal peronun köşesinde kaybolmuştu bile. Bu arada Bayan McGillicuddy ise halen peron boyunca yürümeyi sürdürüyordu.
1 numaralı peron kalabalık değildi, tren henüz hareket etmişti. Arka taraftaki geniş alanda ise heyecanlı bir kalabalık, metro girişleri, emanet odası, çayhaneler, danışma, ilan panoları ve dış dünyayla tek bağlantı noktası olan giriş çıkışlar arasında koşuşturuyordu.
Bayan McGillicuddy paketleriyle iki yana yalpalaya yalpalaya sonunda üç numaralı perona ulaştı. Elindeki paketi yere koyup çantasını karıştırmaya başladı. Üniformalı sert bekçinin geçmesine izin vermesi için biletini arıyordu.
Birden boğuk, yüksek ancak anlaşılır bir ses duyuldu.
“Brackhampton, Milchester, Waverton, Carvil Junction, Roxeter ve Chadmouth’a gidecek 16.50 treni 3 no’lu peronda harekete hazırdır. Brackhampton ve Milchester’e gidecek yolcuların trenin arka tarafındaki vagonlara binmeleri rica olunur. Vanequay yolcuları Roxeter’de aktarma yapacaklardır.”
Bir takırtının ardından ses kesildi. Ve hemen ardından yeniden duyuldu. Bu kez, Birmingham ve Wolverhampton üzerinden 16.33’te gelmesi beklenen trenin 9 no’lu perona girdiği bildiriliyordu.
Bayan McGillicuddy biletini bularak, uzattı. Adam bileti zımbaladıktan sonra mırıldandı. “Sağdan arka tarafa lütfen…”
Bayan McGillicuddy peron boyunca ilerleyerek hamalı buldu. Adam üçüncü sınıf vagonun kapısında durmuş, sıkıntı içinde havalara bakınıyordu.
“Nihayet geldiniz, bayan!”
“Birinci sınıfta yolculuk edeceğim” diyen Bayan McGillicuddy’nin bu sözleri üzerine hamal kadının erkeksi görünüşlü, gri-siyah beyaz kumlu tüvit tayyörünü küçümseyerek süzdükten sonra homurdandı.
“Bunu bana daha önce söylemeliydiniz.” Bayan McGillicuddy valizlerini verirken bunu belirtmiş olmasına rağmen, adamın sözlerini umursamayarak yanıt vermeye gerek görmedi. Zaten soluk soluğa kalmıştı.
Hamal valizi yeniden kompartımandan alarak, bitişik vagona taşıdı. Bu arada Bayan McGillicuddy boş vagondaki yerini almıştı bile. 16.50 treni genellikle pek kalabalık olmuyordu; birinci sınıfta yolculuk edenler çoğunlukla çok daha hızlı olan sabah ekspresini ya da 18.40 yemekli vagonu da olan treni yeğliyorlardı. Bayan McGillicuddy hamala bahşişini uzattı. Hamal düş kırıklığı içindeydi; büyük olasılıkla bu kadar bahşişin ancak üçüncü sınıfta yolculuk eden birine yakışacağı görüşündeydi. Bütün geceyi kuzeyden gelmek için yolda geçirdikten ve gün boyu alışveriş etmekle uğraştıktan sonra Bayan McGillicuddy rahat bir yolculuğun maliyetine severek katlanabilirdi, ama bol bahşiş vermek onun yapabileceği bir şey değildi.
Derin bir iç çekmenin ardından yumuşak koltuğa gömülerek, gazetesini açtı. Beş dakika sonra bir düdük sesi duyuldu ve tren hareket etti. Gazete Bayan McGillicuddy’nin elinden kaydı, başı yana düştü ve üç dakika sonra da uyuyakaldı. Otuz beş dakika sonra uyandığında ise dinçleşmişti. Uyuduğu sırada başından kayan şapkasını düzeltti, kendine çekidüzen verdikten sonra dik oturarak, pencereden hızla akıp giden, ancak pek seçilmeyen manzarayı seyre başladı. Hava neredeyse kararıyordu, sisli, puslu bir aralık akşamıydı. Noel’e tam beş gün vardı. Londra karanlık ve pusluydu; pencereden görünen doğa manzarası da aynı siliklikte olmakla birlikte, tren köy ya da istasyonlardan geçtikçe görünen ışık dizeleriyle zaman zaman aydınlanıyordu.
O sırada bir tren görevlisi hızla kompartımanın kapısını açarak, “Çay ister misiniz?” diye sordu. Bayan McGillicuddy alışveriş ettiği çok katlı mağazada çayını içmişti; o an için buna gereksinim duymuyordu. Tren görevlisi koridor boyunca ilerleyerek, düzenli aralıklarla aynı tekdüze soruyu yineledi. Bayan McGillicuddy yukarıda, bagaj yerinde duran paketlerini mutlulukla süzdü. Aldığı havlular gerçekten çok şık ve değerliydi; ayrıca tam da Margaret’in istediği gibiydiler. Robby için aldığı uzay silahı ve Jean’in tavşanından ise özellikle çok mutluydu. Kendisi için aldığı gece ceketi de çok yerinde bir alışveriş olmuştu, hem şık, hem modaya uygun ve de sıcak tutacak bir ceketti. Hector’un kazağı da öyle… Uygun armağanları seçmiş olmaktan mutluluk duyuyordu.
Huzur içinde yeniden pencereden dışarı bakmaya başladı. O anda yanlarından hızla geçen bir trenin etkisiyle şangırdayan pencere camları Bayan McGillicuddy’nin bir an için ürpermesine neden oldu. Tren bir makas değiştirip bir istasyona girdi.
Ve birden trenin hızı iyice yavaşladı; sinyal bekliyor olmalıydı. Birkaç saniye daha raylar üzerinde kaydıktan sonra tamamen durdu ve neden sonra yeniden hareket etti. Bu arada yanlarından Londra yönüne giden bir başka tren daha geçti, ancak bu biraz önceki kadar hızlı değildi. Tren yeniden hızlandı. Bu arada bitişikteki raydan onlarla aynı yöne gitmekte olan ikinci bir tren hızla yaklaştı. İki tren bir süre yan yana ilerlediler. Bir biri, bir diğeri öne geçiyordu. Bayan McGillicuddy pencereden diğer trenin kompartımanlarını seyrediyordu. Genellikle pencerelerdeki storlar çekilmişti; yalnızca arada bir açık pencerelerden diğer trenin yolcularını görme olanağı oluyordu. Diğer tren de oldukça tenhaydı; kompartımanlardan çoğu boştu.