“Durur musunuz!” diye bağırdı Emma birden. “Bunlar bizim çocuklar!”
Bütün itirazlarına rağmen iki çocuğu Rutherford Hall’da bırakmış, mahkemeye gelmelerine izin vermemişlerdi. Ama işte şimdi ağızları kulaklarında karşılarındaydılar.
“Bisikletle geldik” diye açıkladı Stoddart-West. “Polis memuru son derece nazik davranarak mahkeme salonunun arkasında bir yerde oturmamıza izin verdi. Umarım bize kızmadınız, Miss Crackenthorpe” diye ekledi kibarca.
Cedric, “Hayır. Kızmadı” diye kız kardeşinin yerine yanıtladı. “İnsan yalnızca bir kez genç olur. Bu gördüğünüz ilk soruşturma, değil mi?”
“Çok şaşırtıcıydı” diye açıkladı Alexander. “Her şey o kadar çabuk olup bitti ki.”
Harold öfkeyle söze karıştı.
“Burada böyle sohbet etmeyi sürdüremeyiz. Bu kalabalığın önünde. Üstelik de kameraların karşısında.”
Ondan gelen bir işaretle şoför yeniden hareket etti. Çocuklar arkalarından neşeyle el salladılar.
“Çok çabuk olup bitti” diye mırıldandı Cedric. “Tek düşündükleri bu, ah şu gençler! Her şeyin daha yeni başladığının farkında bile değiller.”
“Bütün bu olanlar çok üzücü. Gerçekten çok büyük şanssızlık…” dedi Harold. “Bence…”
O anda bakışları, ince dudaklarını birbirine bastırıp başını bu konudan hiç hoşlanmadığını belirtir şekilde sallayan Bay Wimborne’na takıldı.
“Olayın yakın bir tarihte başarıyla açıklığa kavuşturulacağını umuyorum” dedi manalı bir şekilde. “Polis konuyla etkin bir şekilde uğraşıyor. Yine de tüm bu olanlar Harold’un da söylediği gibi çok üzücü, büyük şanssızlık.”
Konuştuğu sürece Lucy’ye bakıyordu. Yüz ifadesinden belirgin bir sıkıntı okunuyordu. Bakışları, ‘Eğer bu bayan üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmamış olsa, bütün bunlar olmayacaktı,’ demek ister gibiydi.
Bu saptama ya da aynı anlama gelen daha hafifletilmişi Harold’un sözlerinde de dile geldi.
“Bu arada Bayan eh-eh-Eyelesbarrow, bu lahidin içine bakmak nasıl oldu da aklınıza geldi?”
Lucy aile bireylerinden birinin bu konuyu sormakta bu kadar gecikmiş olmasına zaten çok şaşırıyordu. Polisin ilk olarak bunu soracağından emindi; öyle de olmuştu. Başka birinin o ana kadar bunu yapmamış olması ise gerçekten tuhaftı.
Cedric, Emma, Harold ve Bay Wimborne hepsi birden Lucy’ye bakmaya başladılar.
Lucy elbette ki vereceği yanıtı çok önceden hazırlamıştı.
“Nasıl söyleyeyim…” diye söze başladıktan sonra tereddütlü bir sesle ekledi. “Tam olarak bilemiyorum ama… birden ambarın bir an önce kıyı bucak düzenlenip, temizlenmesi gerektiği hissine kapıldım. Orada…” Tereddüt edercesine bir an için sustuktan sonra ekledi, “…çok tuhaf ve iğrenç bir koku vardı…”
Karşısındakilerin bu düşüncenin iğrençliği karşısında irkileceklerini önceden planlamıştı…
Bay Wimborne mırıldandı.
“Evet, evet, tabi… adli tabip üç hafta gibi bir süre beklediğini söyledi… Biliyor musunuz bence hepimiz bu meseleyi düşünmemeye ve kafamıza takmamaya çalışmalıyız.” Bu arada rengi iyice solan Emma’ya dönerek anlayışla gülümsedi. “Unutmayalım ki” diye ekledi. “Bu zavallı şanssız genç kadının neyse ki aramızdan biriyle herhangi bir ilişkisi yok.”
Cedric söze karıştı. “Bu konudan kesinlikle emin olmak mümkün değil, değil mi?”
Lucy Eyelesbarrow onu şaşkınlıkla süzdü. Üç kardeş arasındaki belirgin farklılık Lucy’nin ilk anda dikkatini çekmişti. Cedric iri yarı gövdesi, güneş yanığı, sivilceli yüzü, dağınık siyah saçları olan neşeli davranışlarıyla dikkat çeken biriydi. Yüzünde bir karış sakalla havaalanına inmiş, mahkemeye gelmeden tıraş olduysa da giysilerini değiştirmeye gerek duymamıştı. Bu buruşuk eski, gri flanel pantolon, yıpranmış, yer yer örülmüş ceketten başka giysisi yok gibiydi. Anlaşılan gerçek anlamda bir bohem yaşamı sürmekten gurur duyuyordu.
Onun aksine ağabeyi Harold tam anlamıyla şehirli bir centilmen ve önemli şirketlerin yöneticisiydi. Uzun boylu, dik duruşlu, gösterişli bir tipti; şakaklarında yer yer ağarmış siyah saçları ve ince bakımlı bir bıyığı vardı. Koyu renk şık bir takım elbise giymiş, parlak gri bir kravat takmıştı. Dış görünüşünden ne olduğu hemen anlaşılıyordu; başarılı ve dürüst bir işadamı.
Soğuk bir sesle konuşmaya başladı.
“Bu fikirlerini şimdilik kendine saklayabilirsin, Cedric!”
“Peki ama niçin? Ne de olsa ceset bizim ambarımızda bulunmadı mı? Orada ne arıyordu?”
Bay Wimborne hafifçe öksürerek, konuşmaya katıldı.
“Belki de şey… orada bir randevuya gelmişti. Anahtarın kapının dışındaki çiviye takılı olduğu herkesçe biliniyordu sanırım.”
Ses tonu böyle tedbirsiz davranışı onaylamadığı için karşısındakileri suçlar gibiydi. Öyle ki Emma hemen özür dilercesine konuşmaya başladı.
“Bu savaş sıralarında başlamış bir alışkanlık. A. R. P. hava savunma birlikleri için. Orada küçük bir ispirto ocağı varmış, kendileri için kakao pişiriyorlarmış. Daha sonraları da, orada gerçekten kimsenin alıp götürmeyi isteyeceği bir şey olmadığı için bu alışkanlığı sürdürüp anahtarı çivide asılı bıraktık. Kadın derneklerinin üyeleri için kolaylık oluyor. Eğer anahtarı evde saklasak bu onlar için sorun olacaktı. Orayı hazırlamak istedikleri zaman evde kimsenin olmaması halinde işleri aksayabilirdi. Evde genellikle gündelikçi çalıştırdığımı, sürekli yardımcımız olmadığını biliyorsunuz…”
Sesi giderek kayboldu. Gerçi gereksiz ayrıntılı bir açıklama yapmaya çalışmıştı ama kafasının çok daha başka yerlerde olduğu belliydi.
Cedric onu şaşkınlıkla süzdükten sonra sordu.
“Endişeli görünüyorsun, kardeşim. Ne oldu?”
Harold kızgınlıkla söylendi.
“Böyle bir şeyi nasıl sorabilirsin?”
“Tabi sorarım. Tamam anlıyorum, yabancı genç bir kadın Rutherford Hall’daki bir ambarda cinayete kurban gitti; (Bu biraz Victorian tipi dramı andırıyor ama), tamam Emma bu nedenle şoka girdi… hepsi tamam da Emma her zaman çok soğukkanlı, aklı başında bir kızdı. Şimdi birden böylesine endişelenmesine bir anlam veremiyorum. Boş vermelisin böyle şeyleri Emma, insanoğlu her şeye alışır!”
“Bazı insanlar cinayet gibi olaylara senden biraz daha zor alışabilir” dedi Harold iğneleyici bir tonda. Sizin yaşadığınız yerlerde cinayetlerin daha gündelik konular olduğunu düşünebiliyorum; Majorka’da…”
“Majorka değil, İbiza.”
“Aynı şey.”
“Aynı değil… Çok farklı bir ada.”
Harold konuşmasını sürdürdü.
“Cinayetin senin için gündelik olağan bir olay sayılabileceğini söylemek istiyordum; özellikle de hiddetli Latin insanları arasında yaşamaya alışmış biri olarak. Bizler İngiltere’de bu tür konuları daha ciddiye alıyoruz.” Giderek artan bir öfkeyle ekledi. “Ayrıca Cedric, toplum içine özellikle de resmi bir soruşturmaya bu giysilerle gelmeyi…”
“Giysilerimin nesi var? Çok rahat.”
“Bulunduğun yere uygun değil.”
“Her neyse, yanımda bulunan tek giysim bu. Böyle sıkıcı bir konuda ailemi yalnız bırakmamak için apar topar yola çıkmak zorunda kalınca eve uğrayıp gardırobunu yüklemeye zaman bulamadım. Ayrıca ben ressamım ve ressamlar rahat ettikleri giysileri giyerler.”
“Hâlâ resim yapmaya çalışıyor musun?”
“Bana bak Harold, resim yapmaya çalıştığımı söylersen…”
Bay Wimborne otoriter bir tavırla öksürdü.
“Böyle tartışmakla bir yere varamazsınız” diye onları hafifçe azarladı. “Sevgili Emma, şehre dönmeden önce sizin için yapabileceğim bir şey olup olmadığını söylerseniz gerçekten sevineceğim.”