Выбрать главу

“Doğru tahmin ettiniz” diye Bay Wimborne onayladı. “İhtiyar Josiah büyük oğlunun aile işleriyle, fabrikayla ya da herhangi bir ticari faaliyetle ilgilenmemesinden dolayı düş kırıklığına uğramıştı. Luther zamanının hemen hemen tamamını yurtdışında, seyahatte sanat eserleri toplamakla geçiriyordu. İhtiyar Josiah bu işlerden hiç hoşlanmıyordu. Bu açıdan servetinin daha sonraki nesillere kalması için bir yediemine emanet etmeyi yeğledi.”

“Öyleyse şimdilik bu ikinci nesil yaşamlarını kendi kazançlarıyla ya da babalarının onlara vermeyi uygun gördüğü parayla sürdürmek zorunda; babalarıysa hatırı sayılır bir geliri olmasına rağmen servet üzerinde hiçbir hakka sahip değil, öyle mi?”

“Aynen öyle. Bütün bunların başka bir ülkeden gelmiş, tanınmayan bir genç kadının öldürülmesiyle ne ilgisi olabileceğini anlayamıyorum?”

“İlk bakışta pek bir ilgisi yok gibi görünüyor” dedi Müfettiş Craddock başını sallayarak hak verdiğini belirtti. “Şimdilik yalnızca gerekli soruşturmayı yapmaya çalışıyorum.”

Bay Wimborne, onu sert bakışlarla süzdü. Daha sonra yaptığı açıklamadan memnun bir adam edasıyla ayağa kalktı.

“Artık Londra’ya dönme zamanının geldiğini düşünüyorum. Tabi benden öğrenmek isteyeceğiniz başka bir şey yoksa.” Sırayla her iki adamı da süzdü. “Hayır, teşekkürler bayım.”

Aynı anda dışarıda antrede kapı zilinin yankılandığı duyuldu. “Aman Tanrım” diye mırıldandı Bay Wimborne. “Sanırım gençlerden biri gösteri yapıyor.”

Müfettiş Craddock gürültüye rağmen duyulmasını sağlamak amacıyla sesini iyice yükselterek açıkladı.

“Sanırım şimdilik bizim de evden ayrılıp ailenin rahat bir öğlen yemeği yemesine fırsat vermemiz doğru olacak. Müfettiş Bacon’la birlikte daha sonra, on dört on beşte yeniden gelip aile bireyleriyle görüşmeyi düşünüyoruz.”

“Bu gerekiyor mu?”

“Olabilir…” Craddock omuzlarını silkti. “Belki de aile bireylerinden biri bize bu kadının kimliğini ortaya çıkarmamıza yardımcı olacak bir ipucu verebilir.”

“Bunda kuşkuluyum. Gerçekten kuşkuluyum, müfettiş. Ama yine de size iyi şanslar dilerim. Daha önce de söylediğim gibi herkes için bu olay ne kadar çabuk çözümlenirse o kadar iyi olacak.” Başını sallayarak, yavaşça odadan çıktı.

* * *

Lucy resmi soruşturmadan dönünce doğruca mutfağa gitti. Bryan Eastley kapıdan başını uzattığında öğlen yemeği hazırlıklarıyla meşguldü.

“Size herhangi bir yardımım olabilir mi?” diye sordu. “Ev işlerine elim oldukça yatkındır.”

Lucy onu dalgın bakışlarla kısaca süzdü. Bryan mahkeme salonuna doğruca kendi küçük M.G. arabasıyla gelmişti ve Lucy’nin onu inceleme fırsatı olmamıştı.

Sempatik bir görüntüsü vardı. Otuz yaşlarında, genç, kahverengi saçlı, gür, kumral bıyıklı, hüzünlü bakışlı mavi gözleri olan yakışıklı sayılabilecek bir adamdı.

“Oğlanlar henüz dönmediler” diyerek içeri girip mutfak masasının üstüne oturdu. “Bisikletleriyle buraya ulaşmaları daha yirmi dakika sürer.”

Lucy gülümsedi.

“Hiçbir şeyi kaçırmamak konusunda kesin kararlılar.”

“Çok doğal, onları kınamıyorum. Kısa yaşamlarında ilk mahkeme deneyimini yaşadılar… hem de doğrudan ailelerini ilgilendiren bir konuda.”

“Masadan kalkmanız mümkün mü, Bay Eastley? Tepsiyi oraya koymam gerek.”

Bryan istenileni yaptı.

“Aman Tanrım, yağ ne kadar kızmış. İçine ne koymayı düşünüyorsunuz?”

“Yorkshire pudingi yapıyorum.”

“Bildiğimiz Yorkshire pudingi. Yanında bir de eski İngiliz usulünde pişirilmiş rozbif; bugünkü yemek bu mu?”

“Evet.”

“Cenaze yemeğini andırıyor. Güzel kokuyor.” Belirgin bir şekilde mutfağın havasını kokladı. “Gevezeliğimden rahatsız oluyor musunuz?”

“Yardım etmeye geldiyseniz, yardım etmenizi yeğlerim.” Fırından bir diğer tepsiyi çıkardı. “İşte… lütfen bu patatesleri döndürür müsünüz, arka tarafları da kızarsın…”

Bryan tereddüt etmeden söyleneni yaptı.

“Bütün bunlar biz mahkemedeyken mi pişti? Ya yansalardı?”

“Olanaksız. Fırının zaman ayarı var.”

“Bir tür elektrikli beyin, değil mi?”

Lucy yan gözle ona baktı.

“Doğru. Şimdi tepsiyi yeniden fırına koyun. Bu tutacağı alabilirsiniz. Lütfen ikinci göze yerleştirin. En üst göze Yorkshire pudingini koyacağım.”

Bryan denileni yaptıysa da bir an sonra hafifçe bağırdı. “Yandınız mı?”

“Biraz. Önemli bir şey değil. Yemek pişirmek gerçekten tehlikeli bir uğraş.”

“Sanırım pek yemek pişirmiyorsunuz?”

“Aslında pişiriyorum… hem de oldukça sık. Ama bu tür şeyler değil! Yumurta haşlayabilirim, tabi saate bakmayı unutmazsam. Aynı şekilde jambonlu yumurta da pişirebiliyorum. Ayrıca ızgarada biftek kızartabilir ya da hazır çorbayı ısıtabilirim. Dairemde küçük bir elektrikli ocağım var…”

“Londra’da mı yaşıyorsunuz?”

“Yaşamak sayılırsa… evet.”

Ses tonu üzüntülüydü. Lucy’nin yumurtalı Yorkshire pudingi karışımını tepsiye dökmesini seyretti.

“Ne keyif bu!” dedi iç çekerek.

İşinin önemli kısmını geride bırakmış olmanın rahatlığıyla Lucy genç adama daha dikkatli bakma fırsatı buldu. “Keyifli olan ne… mutfak mı?”

“Evet. Bir an için kendi mutfağımızı anımsadım, küçük bir çocukken yaşadığım aile mutfağını.”

Lucy, Bryan Eastley’in kimsesiz ve umutsuz bir havası olduğunu hissetti. Onu daha yakından inceleyince başlangıçta düşündüğünden daha yaşlı olduğunu saptadı. Kırkın üstünde olmalıydı. Onun Alexander’in babası olduğuna inanmak zordu. Henüz on dört yaşlarında duygusal bir genç kızken, savaş sırasında tanıdığı genç pilotları anımsatıyordu. Lucy daha sonraları gelişmiş ve savaş sonrasının dünyasında büyümüştü. Bryan konusunda ise onun hiç gelişmediği, yılların onu değiştirmeden gelip geçtiği gibi bir hisse kapılmıştı. Adamın bir sonraki davranışı da bunu doğrular gibiydi. Yeniden mutfak masasının üstüne oturmuştu.

“Çok zor bir dünyada yaşıyoruz, değil mi?” diye sordu. “Doğru yolu bulup ayakta kalmak çok zor, demek istiyorum. Özellikle de buna göre yetiştirilmemişseniz.”

Lucy o anda Emma’nın anlattıklarını anımsadı. “Savaş uçağı pilotuydunuz, değil mi?” diye sordu. “D.F.C. madalyanız vardı, değil mi?”

“İşte sizi asıl yanlış yapmaya sürükleyen de bu! Göğsünüze bir madalya takılıyor ve insanlar sizin için yaşamı kolaylaştıracak her şeyi yapmaya çabalıyorlar. Size iş veriyorlar ve bunun gibi davranmayı sürdürüyorlar. Onlar açısından çok doğru ve saygın bir tutum. Ama bunların hepsi yönetsel görevler, dolayısıyla da hiçbir işi yapmayı öğrenme fırsatı bulamıyorsunuz. Masanın başında oturuyor, rakamlara boğuluyorsunuz. Kendime özgü fikirlerim, hedeflerim vardı, bir iki buluşum oldu. Ama destek bulamadım. Kimseyi bunlar için para yatırmaya ikna edemedim. Eğer biraz sermayem olsaydı…”

Düşünceye daldı.

“Edie’yi biliyorsunuz değil mi? Karımı. Tabi ki tanımıyorsunuz onu. O diğerlerinden çok farklıydı. Hepsinden gençti. Hava Kuvvetleri’nde çalışıyordu. İhtiyarın çatlağın teki olduğunu söylerdi. Gerçekten de öyle. İnanılmayacak kadar cimri. Ama kefenin cebi yok. Öldüğü zaman servet dağıtılacak. Tabi Edie’nin payı Alexander’in olacak. Ama o da paraya yirmi bir yaşına basmadan dokunamayacak.”