Bayan McGillicuddy düşündü.
“Hayır, yok… Bilemiyorum… Ama sanırım çok genç değildi. Omuzları öyle görünüyordu… çökmüş… ne demek istediğimi doğru anlatabiliyor muyum bilmem ama.” Genç adam başıyla onayladı. “Otuz ya da üstü olmalı. Daha yakın bir tahminde bulunamayacağım. Biliyor musunuz, esas olarak ona bakmıyordum… kadına bakıyordum… boynuna dolanmış ellere, yüzüne… mosmor olan yüzüne… Hâlâ zaman zaman gözlerimin önüne geliyor…”
“Bu çok zor, moral bozucu bir deneyim olmalı” dedi genç adam samimiyetle.
Not defterini kapatarak sordu. “İngiltere’ye ne zaman dönüyorsunuz?”
“Üç hafta sonra. Bu gerekli mi, yani, benim dönmem mi gerekiyor?”
Genç adam hemen Bayan McGillicuddy’nin heyecanını yatıştırdı.
“Yo, hayır. Şu an için yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Tabi eğer birini tutuklarsak…”
Ve konu böylece kapandı.
Postacı Miss Marple tarafından arkadaşına yazılmış bir mektup getirdi. Yazı eğik ve örümcek ağı gibi karmaşıktı. Birçok kelimenin altı çizilmişti, Bayan McGillicuddy engin deneyimlerine dayanarak mektubu deşifre edebildi. Miss Marple arkadaşına ayrıntılı olarak olanları rapor etmişti. Bayan McGillicuddy her sözcüğün büyük bir mutlulukla üzerinde durarak, okudu.
O ve Jane yine onlara haklı olduklarını kanıtlamışlardı.
Bölüm 11
“Sizi hiç anlamıyorum” dedi Cedric Crackenthorpe.
Bakımsızlıktan neredeyse yıkılmak üzere olan domuz ağılının duvarına yaslanmış, Lucy Eyelesbarrow’u süzüyordu.
“Anlayamadığınız ne?”
“Burada ne aradığınız?”
“Yaşamımı kazanmaya çalışıyorum.”
“Hizmetçilik yaparak mı?” Sesindeki belirgin küçümseme hemen anlaşılıyordu.
“Siz nerede yaşıyorsunuz Tanrı aşkına?” Lucy öfkeyle söylendi. “Hizmetçi ne demek? Ben ev işleri yardımcısıyım; profesyonel bir kâhya ya da Tanrı’nın bir armağanı; en çok da bu sonuncusu hiç kuşkusuz!”
“Burada yaptığınız işlerden hoşlanıyor olamazsınız, yemek pişirmek, yatak düzeltmek, elektrik süpürgesi ya da adı her neyse o gürültülü nesneyle ortalıkta dolanmak, bileklerine kadar bulaşık sularına gömülmek…”
Lucy güldü.
“Aslında belki ben de tüm ayrıntılardan hoşlanmıyor olabilirim ama örneğin yemek pişirmekten büyük zevk alıyorum, yemek yaparken tüm yaratıcılığımı ortaya koyduğuma inanıyorum. Ayrıca darmadağın bir yeri derleyip toplamaktan da mutluluk duyuyorum.”
“Bense sürekli bir dağınıklık içinde yaşıyorum” diyen Cedric üzerine basarak inatla ekledi. “Hatta bundan mutluluk duyuyorum.”
“Evet mutlu olduğunuz belli.”
“İbiza’daki kulübemde yaşam basit temeller üzerine kurulmuştur. Üç tabak, iki fincan ve altı, bir yatak, bir masa ve birkaç sandalye. Her taraf toz, boya lekeleri ve taş parçacıklarıyla dolu. Resim yanında aynı zamanda heykel de yapıyorum. Üstelik de bütün bunlara kimsenin elini bile değdirmesine izin vermiyorum. Ve evimin yakınında bile kadın görmek istemiyorum.”
“Hiçbir anlamda mı?”
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Sizin gibi sanatçıların hareketli bir aşk yaşamları olduğunu düşünürdüm.”
“Sizin deyişinizle, aşk yaşamımın bu konuyla hiç ilgisi yok. O özel yaşamım!” diye belirtti Cedric alçakgönüllülükle. “Ancak temizlik ateşiyle yanan hükümran kadınlara tahammülüm yok.”
“Aslına bakarsanız küçük kulübenizi bir ziyaret etmek isterdim” dedi Lucy gülümseyerek. “İlginç bir deneyim olurdu.”
“Bu olanağı bulamayacağınızdan emin olabilirsiniz.”
“Korkarım öyle!”
Domuz ağılından birkaç kiremit düştü. Cedric başım çevirerek, dalgın bakışlarla ağılın derinliklerini süzmeye başladı.
“Sevgili emektar Madge!” diye mırıldandı. “Onu çok iyi anımsıyorum. Gerçekten çok sevimli bir hayvandı, ayrıca çok da üretken bir yaratıktı. Son doğumunda bir batında on yedi yavrusu olduğunu anımsıyorum. Havanın güzel olduğu öğleden sonralarda buraya gelip elimizdeki bir sopayla onun sırtını kaşırdık. Bundan o kadar hoşlanırdı ki!”
“Peki ama bütün buralar niçin bu hale gelecek kadar bakımsız bırakıldı? Bunun tek nedeni savaş olamaz, değil mi?”
“Sanırım buraya da çekidüzen vermeyi düşündünüz, bir an için bile olsa! Ne meraklı kadınsınız! Şimdi cesedi bulanın niçin siz olduğunuzu çok daha iyi anlıyorum. Zaten başkasının olması olanaksızdı… Grekoromen döneminden kalma bir lahidi bile karıştırmadan durmanız mümkün değil.” Bir süre susup düşündükten sonra genç kadının sorusunu yanıtladı. “Hayır bunun tek nedeni savaş değil. Asıl neden babam. Onun hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Henüz onu tanımak için yeterli fırsatım olmadı.”
“Kaçamak yanıtlar vermeye çalışmayın. Yeryüzünde yaşayan en büyük cimri olmasının yanı sıra, bana kalırsa kafasındaki tahtalardan da biri eksik. Üstelik hepimizden nefret ediyor, tabi Emma dışında. Bunun tek nedeni de büyükbabamızın vasiyeti.”
Lucy, onu meraklı bakışlarla süzdü.
“Büyükbabam tonla para kazanma olanağı bulmuş, dörtayak üzerine düşmüş şanslılardan biriydi. Şu Crunchie, Cracker Jacks ve Cosy Crips denilen krakerlerden, cipslerden filan dünyanın parasını kazanmış. Hani şu beş çaylarında yenen türde şeyler; ayrıca uzak görüşlü ve basiretli bir adam olduğu için de tam zamanında üretim bandında değişiklik yapıp şimdi bile partilerde severek yenilen peynirli krakerlerin ve kanepelerin üretimine dönmüş. Ancak babamın kraker üretiminden daha yüksek hedefler peşinde olduğu geç de olsa ortaya çıkmış. İtalya’da, Balkanlar’da, Yunanistan’da dolaşıp sanat eserlerinin peşinden koşarak onları topluyormuş. Bu büyükbabamı ürkütmüş. Onun hiçbir zaman iyi bir tüccar olamayacağı gibi sanattan da pek anlamadığını keşfetmesi uzun sürmemiş. (Bu arada her iki konuda da tam anlamıyla haklı). Böylece bütün servetini torunlarına bıraktı. Babam yaşamı boyunca servetin gelirini alacak ancak ana sermayeye dokunma hakkı yok. Bu durum karşısında onun ne yaptığını düşünebiliyor musunuz? Para harcamayı kesti. Buraya yerleşip para biriktirmeye başladı. Sanırım bu arada büyükbabamın yaşamının sonunda bıraktığı kadar bir serveti banka hesabında biriktirmeyi başarmıştır. Bizler ise, Harold, ben, Alfred ve Emma büyükbabamızın parasından tek bir kuruş bile alabilmiş değiliz. Ben tanınmış bir ressam sayılırım. Harold ticaret hayatına atıldı ve kendine şehirde oldukça iyi ve saygın bir yer edindi, finans konusunda bir dâhi ama şu aralar onun da bazı sıkıntıları olduğuna ilişkin dedikodular duydum. Alfred’e gelince… Alfred hep sorun yaratmıştır. Ailenin sorunlu çocuğudur.”
“Niçin?”
“Düşünemeyeceğiniz kadar çok nedenden! O bir anlamda ailenin yüz karasıdır. Henüz hapse girmedi ama her an için girebilir. Savaş sırasında ordunun levazım bölümündeydi; ancak bugüne kadar hiç açıklanmayan nedenlerle bir gün içinde orayı terk etmek zorunda kaldı. Daha sonra da meyve konserveciliği işine soyundu ama onda da çok kuşkulu birtakım ticari ilişkiler ortaya çıktı… ve bir de yumurta ticareti var! Hiçbir zaman büyük işler peşinde koşmadı… ufak tefek dolandırıcılıklarla yaşamını sürdürmeye çalışıyor işte!”
“Yabancı birine bütün bunları anlatmak yanlış değil mi?”
“Niçin? Polis adına çalışan bir casus musunuz yoksa?”
“Öyle olabilirim de.”
“Sanmıyorum. Polis bizimle ilgilenmeye başlamadan önce de siz burada durup dinlenmeden çalışmayı yeğlemiştiniz. Bence…”