Miss Marple gülümseyerek, gönderilen bilgilerle ilgilenmeye başladı. Bayan McGillicuddy gördüğünün kuşetli bir vagon olmadığından emindi. Bu durumda Swansea ekspresin söz konusu olması olanaksızdı. Geriye l6.33 treni kalıyordu.
Bu durumda birkaç yolculuk daha yapılması kaçınılmazdı. Miss Marple iç çekerek işe koyuldu.
Miss Marple daha önce olduğu gibi yine 12.15 treniyle Londra’ya gitti, ama bu kez dönüş için Brackhampton’a kadar 16.50’yi değil 16.33 trenini seçti. Yolculuk önemli bir şey olmadan rahat geçti ama Miss Marple bazı şeyleri not aldı. Tren yalnızca yarı yarıya doluydu. 16.33 öğleden sonranın asıl iş dönüşüne rastlayan kalabalık saatlerinden önce hareket ediyordu. Birinci sınıfa ayrılan kompartımanlarda yalnızca bir tek yolcu vardı; New Statesman gazetesi okuyan çok yaşlı bir bey. Miss Marple da kompartımanında yalnızdı. Haling Broadway ve Barwell Heath istasyonlarında özellikle pencereden sarkarak, trene inip binenleri gözledi. Barwell Heath’de üçüncü sınıftan birçok yolcu indi. Birinci sınıfta ise her şey aynı kaldı, New Statesman gazetesini kolunun altına alıp inen yaşlı adam dışında. Brackhampton’dan hemen önce tren uzun geniş bir viraja girdiğinde Miss Marple ayağa kalkarak, sırtını storunu indirdiği pencereye yasladı.
Evet, trenin birden viraja girmesi ve yavaşlaması kişinin dengesini bozabiliyor ve aynı kişinin pencereye çarpmasıyla stor yukarı doğru açılabiliyordu. Dışarıya baktı. Hava Bayan McGillicuddy’nin yolculuk ettiği akşamdan daha aydınlıktı… henüz karanlık çökmeye başlamıştı, ama yine de dışarıda pek bir şey görünmüyordu. Çevreyi iyice incelemek için gündüz yolculuk etmesi gerekiyordu.
Ertesi gün sabah erkenden kalkan trenle Londra’ya gitti. Bu yolculuğu ev ihtiyaçlarını karşılama gerekçesiyle yaptığını açıklamak için dört adet keten yastık kılıfı satın aldı (Gerçi bunlara ödediği paraya biraz dövündü ama…) ve bu kez Paddington’dan 12.15’te kalkan trene bindi. Birinci sınıf vagonda yine yalnızdı. Bunun nedeni yüksek vergiler olmalı, diye düşündü Miss Marple. İş yolculuğuna çıkmış işadamları dışında kimse birinci sınıfın fiyatını karşılayamıyor. Sanırım onlar da bunu sonradan gider olarak vergiden düşüyorlar.
Trenin Brackhampton’a planlanan varışından on beş dakika önce Miss Marple Leonard’ın verdiği haritayı açarak, çevreyi incelemeye başladı. Haritayı önceden çok dikkatli bir şekilde incelemiş olduğu için, haritada trenin geniş viraja girerek yavaşlayacağı noktayı önceden not aldığı istasyonunu geçer geçmez saptadı. Bu çok geniş ve uzun bir virajdı. Miss Marple pencereye yapışarak, virajın altındaki dik yamacı seyretti. (Tren virajı oldukça yüksek bir demiryolu viyadüküyle geçiyordu.) Tren Brackhampton’a girene dek Miss Marple bir dışarı bir haritaya bakıp durdu.
Aynı günün akşamı Miss Marple; Miss Florence Hill, 4-Madison Road, Brackhampton adresine bir mektup yazarak gönderdi… Ertesi sabah ise ilçe kütüphanesine giderek, Brackhampton telefon rehberinde ve bölge gazetesinde incelemeler yaptı ve ilçenin tarihi hakkında bilgi edindi.
Daha yeni ve olgunlaştıramadığı fikrini destekleyecek bir kanıt bulamamıştı. Ama aklına gelen düşünce olmayacak şey değildi. Ne var ki şimdilik bu konunun daha fazla üzerine gitmek istemiyordu.
İleriye doğru atılacak adım çok fazla çaba gerektiriyordu… çok yoğun bir çalışma gereğiydi bu… bedensel olarak altından kalkamayacağı bir iş! Teorisini kesin olarak kanıtlamak ya da yalanlamak için bu noktada dışarıdan yardım alması şarttı. Peki ama… kimden? Miss Marple aklından birçok isim ve olasılık geçirdi ama hepsinden sinirli bir baş sallamayla vazgeçti. Zekalarına güvenebileceği herkesin yapacak çok fazla işi vardı. Hepsinin mesleki olarak çok önemli ve yoğun işleri olmasının yanında boş zamanları da genellikle çok önceden planlıydı. Zamanı olan ancak yeterince zeki olmayanların ise yardımcı olamayacaklarını düşünüyordu Miss Marple…
Alnı sıkıntı ve sinirden kırışmıştı.
Birden alnı düzleşti, yüzü sevinçle aydınlandı ve bağırdı.
“Tabi ya! Lucy Eyelesbarrow!”
Bölüm 4
Lucy Eyelesbarrow adı birçok çevreler için çoktandır tanınan bir isimdi.
Lucy Eyelesbarrow otuz iki yaşındaydı. Oxford’da matematik eğitimi almış ve yüksek dereceyle mezun olmuştu. Olağanüstü bir zekası olduğu düşünülüyor, üniversitede kalıp akademik kariyer yapacağı bekleniyordu.
Ancak Lucy Eyelesbarrow tahsil yaşamındaki başarılarının yanında oldukça sağlam bir insani içgüdüye sahipti. Yüksek dereceli akademik unvanın bile getirisinin pek fazla olamayacağının bilincindeydi. Öğretmek hevesi yoktu ama kendi zekasıyla ölçüşemeyecek zekadaki kişilerle ilişki kurmaktan hoşlanıyordu. Kısacası insanlarla bir arada olmaktan, her tür insandan, ama her zaman farklı insanlardan hoşlanıyordu. Aslına bakılırsa parayı da seviyordu. Paraya ulaşmak için de bulunmayanı sunmak gerektiğinin bilincindeydi.
Lucy Eyelesbarrow çok kısa sürede içinde yokluğu çok çekilen bir konuyu keşfetti. Bu özellikle aranan ancak çok ender bulunan eğitimli ev hizmetçisiydi. Arkadaşlarının ve eski okul arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında Lucy Eyelesbarrow ev hizmetçisi olmayı yeğledi.
Ve beklediği başarıyı da çok kısa sürede sağladı. Birkaç yıllık bir çalışma süresi sonunda İngiliz adalarının her tarafına ünü yayılmıştı bile. Kadınların mutluluk içinde eşlerine şöyle demeleri hiç de ender bir olay değildi. “Her şey yolunda. Seninle Birleşik Devletlere gelebilirim. Lucy Eyelesbarrow’u ayarlamayı başardım.” Lucy Eyelesbarrow’un özelliği bir eve girdiği andan itibaren tüm sıkıntıların, zorlukların ve ağır işlerin kolaylıkla hal olmasıydı. Lucy Eyelesbarrow her şeyi yapar, her şeyi görür, her şeyi ayarlardı. Her alanda inanılmayacak kadar yetenekliydi. Yaşlı ebeveynlere özenle bakıyor, çocukların bakımını ve eğitimini yükleniyor, hasta bakımı yapabiliyor, çok iyi yemek pişiriyor, eğer varsa eski, geleneksel uşak takımıyla çok iyi anlaşıyor (ki genellikle pek olmuyorlardı), zor insanlarla geçinmeyi başarıyor, alkolikleri sakinleştirebiliyor ve köpeklerle de mükemmel anlaşabiliyordu. En iyisi de hiçbir şeyi yapmaktan çekinmemesiydi. Mutfağın yerlerini siliyor, bahçeyi kazıyor, köpek pisliği temizliyor ve kömür taşıyordu.
Ancak hiçbir yerde uzun süre kalmamayı kendine bir kural haline getirmişti. Genellikle bir yerde on dört gün kalmayı benimsemişti; çok istisna durumlarda bu süre bir ay kadar uzayabiliyordu. Bu on dört gün için dünyanın parasını ödemeniz gerekiyordu. Ancak bu on dört gün boyunca kendinizi cennette yaşıyor hissediyordunuz. Rahatça istediğinizi yapabiliyor, yolculuğa çıkabiliyor, ayağınızı uzatıp dinlenebiliyor, yaşamın keyfini çıkarıyor, bu arada ev cephesinde her şeyin Lucy Eyelesbarrow’un yetenekli ellerine teslim edilmiş olması nedeniyle yolunda gittiğinin güvenini duyuyordunuz.
Doğal olarak da onun hizmetlerine talep inanılmayacak kadar çoktu. Eğer isteseydi önümüzdeki üç yılın her günü için iş sözleşmesi yapması işten bile değildi. Sürekli kalması için olağanüstü meblağlar öneriliyordu. Ancak Lucy için sürekli bir iş düşünülemeyecek bir şeydi; bunun dışında altı aydan uzun bir süre için asla bir bulantıya girmiyordu. Bu arada, müşterilerinin ısrarlı talepleri arasında kendisi için daima birkaç günlük kısa, lüks tatillere zaman ayırıyordu. (Hemen hiçbir masrafı olmadığı gibi çok yüksek ücretler karşılığında çalışıp kazandığı paraları biriktiriyordu.) Ayrıca bu tatil sürelerinden karakteri gereği hoşlandığı ya da “insanları sevdiği için” geri çeviremediği için çok kısa süreli iş önerilerini kabul etmekte de yararlanıyordu. Hizmetlerine talep gösteren müşteri çevresinin genişliği nedeniyle dilediğince seçici davranabilme ve kişisel eğilimlerini dikkate alabilme olanağına sahipti. Lucy Eyelesbarrow’un hizmetlerine ulaşmanın karşılığı asla yalnızca para değildi. Lucy seçme özgürlüğüne sahipti ve bunu da kullanıyordu. Yaşamından mutluluk duyuyor ve bu yaşantıyı sürekli bir eğlence kaynağı olarak görüyordu.