Stanislaw Lem
Aden
YANLIŞ bir hesaplama yüzünden gemi dikeye çok yakın bir açıyla daldı ve kulakları sağır edici bir çığlıkla atmosfere çarptı. Adamlar kuşetlerinde yattıkları yerden damperlerin ezildiğini duydular. Ön ekranlar alevleri gösterdikten sonra karardı. Baş taraftaki akkor gaz yastığı dış kameralar için çok fazlaydı. Kontrol odası sıcak kauçuğun pis kokusuyla doldu. Hızdaki azalmanın etkisiyle adamlar geçici olarak görme ve duyma yeteneklerini yitirdiler. Son gelmişti.
Hiç kimse düşünemiyordu. Hiç kimsenin nefes almaya bile gücü yoktu. Solunumlarını, balon şişirir gibi, oksipulsatörler sağlıyordu. Az sonra gümbürtü kesildi. Her iki tarafta altı tehlike lambası yanmaya devam etti. Mürettebat kımıldadı. Çatlak kontrol tablosunun üstündeki uyarı sinyali kırmızıyı gösterdi. İzolasyon ve plexiglas parçaları yerde süründü. Artık gürültü yoktu, cılız bir ıslık dışında.
“Ne?!” diyebildi boğuk bir sesle Doktor, lastik ağızlığını tükürdükten sonra.
Kaptan, “Yerlerinizde kalın!” diye uyardı, zarar görmemiş tek ekrana bakıyordu. Gemi aniden bir takla attı; adeta dev bir kütükle üzerine vurulmuştu. Adamları saran naylon ağ bir müzik aletinin teli gibi tıngırdadı. Bir an için her şey havada tepetaklak asılı kaldı, ardından motor gürüldemeye başladı.
Son darbeyi beklerken gerilen kaslar rahatlamıştı. Gemi egzoz alevinin dikey kolonu üzerinde yavaşça alçaldı. Yardımcı güç devresi yeniden umut verici bir şekilde titreşmeye başladı. Bu, birkaç dakika sürdü. Ardından duvarlar sarsıldı. Titreşim giderek artıyordu; türbin yataklarında boşluk meydana gelmiş olmalıydı. Adamlar birbirlerine baktılar. Hepsi farkındaydı; artık her şey kontrol kanatlarının tutup tutmamasına bağlıydı.
Kontrol odası aniden çalkalandı; sanki çelik bir çekiç öfkeyle dışarıdan vuruyordu. Son ekran giderek bir halkalar kümesiyle kaplandı; konveks fosforışıl koruma karardı. Tehlike lambalarının parlak ışığında meyilli duvarlara adamların dev gölgeleri vuruyordu. Motor şimdi vınlıyordu. Altlarında bir gıcırtı, bir parçalanma duydular, ardından tiz bir sesle bir şey koptu. Gövde sürekli sarsılmaktan duyarsızlaşmıştı. Karanlıkta nefeslerini tuttular. Birden vücutları naylon bağları zorlayarak savruldu, ama ağların yırtılmasına neden olabilecek parçalanmış yüzeylere çarpmadı. Adamlar sarkaç gibi sallandılar…
Gemi çığ etkisinde kalmış gibiydi. Uzakta cansız yankılanmalar vardı. Fırlayan toprak parçaları dış çanak boyunca zayıf bir sesle kayıyordu.
Bütün hareket durdu. Altlarında bir şeyler damlıyordu. Damlama arttı, hızlandı; su sızıntısına benziyordu ve kızgın metalin üstüne damlaların birer birer düşmesi gibi, delip geçici, sürekli bir tıslama oluştu.
“Hayattayız,” dedi Kimyager. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordu. Dört yanından kayışlarla bağlı, naylon çantada sallanıyordu. Gemi, yatakla aynı doğrultuda duruyor olmalıydı: tersi söz konusu olsaydı yatak yatay olurdu. Bir şey tıkırdadı, Doktor’un eski çakmağının soluk ışığı göründü.
“Yoklama,” dedi Kaptan. Bu arada çantasının bir kayışı koptu ve bu, yavaşça, çaresizce havada döndürdü onu. Naylon korumanın içinden uzandı ve duvarda bir tutamak yakalamaya çalıştı.
“Burada,” dedi Mühendis.
“Burada,” dedi Fizikçi.
“Burada,” dedi Kimyager.
“Buradayım,” dedi Sibernetikçi başını tutarak.
“Benimle birlikte altı,” dedi Doktor.
“Herkes burada. Tebrikler.” Kaptan’ın sesi sakindi. “Ya robotlar?” Yanıt yoktu.
“Robotlar!!”
Sessizlik. Doktor’un parmakları yandı; çakmağı söndürdü. “Her zaman söylemişimdir, bizim hamurumuz daha sağlamdır diye.”
“Bıçağı olan var mı?”
“Bende var. Kayışları keseyim mi?”
“Birileri kayışları kesmeden çıkabilirse daha iyi olur. Ben yapamıyorum.”
’’Ben deneyeceğim.” ’
Güçlükle nefes alarak harcanan çabalardan sonra bir darbe duyuldu ve camlar ezildi.
“Yerdeyim. Yani duvarın üstünde,” dedi Kimyager. “Doktor, buraya biraz ışık ver, size yardım edebileyim.”
“Acele et. Bu şeyin sıvısı bitmek üzere.” Çakmak yeniden parladı. Kimyager, Kaptan’ın kozasına gitti ama bacaklarından ötesine yetişemedi. En sonunda yan fermuarlardan birini açmayı başardı ve Kaptan güm diye ayaklarının önüne düştü. İkisi birlikte daha hızlı çalışabildiler; az sonra hepsi kontrol odasının meyilli, yarı esnek duvarının üstünde ayakta duruyordu.
“Nereden başlayacağız?” diye sordu Doktor, Sibernetikçi’nin alnındaki kesiğe yara bandı yapıştırırken. Doktor, ceplerinde her zaman ufak tefek şeyler bulundururdu.
“Çıkıp çıkamayacağımızı göreceğiz,” diye yanıtladı Kaptan. “Öncelikle ışığa ihtiyacımız var. Doktor, burayı biraz aydınlat, kontrol tablosunda ya da en azından alarm sisteminde hâlâ akım olabilir.”
Bu kez çakmaktan yalnızca bir kıvılcım çıktı. Doktor, çakmağı, dizlerinin üstünde yerde kırık metal parçaları arasından bir şeyler çıkarmaya çalışan Kaptan ve Mühendis. üzerine doğru arka arkaya çaktı.
“Bir şey bulamadınız mı?” diye sordu arkalarında duran Kimyager.
“Henüz hayır. Bir kibriti olan var mı?”
“En son üç yıl önce kibrit görmüştüm. Bir müzede,” diye belli belirsiz mırıldandı Mühendis. Dişleriyle bir kablonun dışını sıyırmaya çalışıyordu. Birden küçük, mavi bir ateş Kaptan’ın açık avuçlarını doldurdu.
“İşte akım,” dedi. “İş, bir ampule kaldı.”
Yan panelin üzerindeki acil kutusunda sağlam bir ampul buldular. Keskin bir ışık kontrol odasını aydınlattı: ortalık, kavisli duvarları olan bir tünel gibi görünüyordu. Kapı, üzerlerinde ve oldukça yüksekteydi.
“Altı metreden fazla,” dedi Kimyager umutsuzca. “Oraya nasıl ulaşacağız?”
“Bir zamanlar bir sirkte görmüştüm, beş adam birbirlerinin üstünde ayakta duruyorlardı,” dedi Doktor.
“Biz akrobat değiliz. Ama tabandan tırmanabiliriz,” dedi Kaptan. Kimyager’in bıçağını aldı ve süngersi yer kaplamasında kesikler oluşturmaya başladı.
“Basamak mı?”
“Evet.”
“Neden Sibernetikçi’den ses çıkmıyor?” diye sordu Mühendis. Parçalanmış kontrol tablosunun üstüne oturmuş, voltmetreyle açıktaki kabloları deniyordu.
“Adam kendini kimsesiz hissediyor,” diye yanıtladı Doktor, gülümseyerek. “Bir Sibernetikçi robotları olmadan ne yapar?”
“Onları tamir edeceğim,” dedi Sibernetikçi. Ekranlara bakıyordu; sarı ışıkları giderek sönükleşti.
“Akümülatörü de,” diye mırıldandı Fizikçi. Mühendis ayağa kalktı.
“O zaman görüntü geri gelir.”
On beş dakika sonra altı adamlı ekip geminin ön tarafına doğru çalışmaya başlamıştı bile. Önce koridora girdiler, oradan kendi özel bölmelerine geçtiler. Doktor’un kabininde eski bir el feneri buldular. (Doktor bir şeyler biriktirmeyi severdi.) Bunu yanlarına aldılar. Her taraf berbat olmuştu. Yerlere saçılan mobilya iyi durumdaydı ama aletler, takımlar ve bazı araç gereç, içinde güçlükle yürüyebildikleri bir hurda denizi oluşturmuştu.
“Şimdi dışarı çıkmayı deneyelim,” dedi Kaptan, koridora geri döndüklerinde.
“Uzay giysileri ne durumda?”
“Hava uyum bölümünde. Zarar görmemişlerdir. Ama onlara ihtiyacımız yok. Aden’in, solunuma uygun bir atmosferi var.”
“Daha önce burada bulunmuş olan var mı?”
“Bundan on iki yıl önce gemisiyle birlikte kaybolduğunda, Altain kozmik bir araştırma gerçekleştirmişti. Hatırladınız mı?”