“İçeri mi giriyoruz… ya da… ne yapıyoruz?” diye sordu Kimyager. Bu arada, buna hiç de gönlü olmadığı açıktı.
“Şu botlarına tekrar bakayım,” dedi Kaptan.
Kafasını az daha, aynı anda eğilen Doktor’unkine çarpıyordu. Birbirlerine baktılar. İkisi de hiçbir şey söylemedi.
“Bir şeyler yapmalıyız,” dedi Sibernetikçi, umutsuzca. Kaptan hâlâ dikkatle botların derisine yapışmış parlak tabakayı inceliyordu.
“Bütün bu olanlar, buraya ait hayvan örtüsünden bir örneğin gemiye girdiğini ve ilgisini çekecek bir şey bulamayınca da gittiğini gösteriyor,” dedi sonunda.
“Bir tür solucan belki de, bir ya da hattâ iki köpekbalığı büyüklüğünde,” diye zırvaladı Sibernetikçi. “Ya toprağa ne oldu?”
“Evet, bu çok garip…”
Doktor yürümeye başladı ve uzaklaştı. Fenerinin ışığı, yeri süpürdükten sonra karanlığa doğru yükseldi.
Birdenbire bağırdı, “Burada. Onu buldum!”
Hepsi ona doğru koştu. Üzeri, yer yer, parıldayan bir zarla örtülü on metre uzunluğunda bir yarığın yanında duruyordu.
“Sanki gerçekten bir solucanmış gibi duruyor,” dedi Fizikçi, alçak sesle.
“Bu durumda geceyi gemide geçirmek zorundayız,” kararını verdi Kaptan.
“Ama girişi kapatabilmek için, önce geminin her köşesini aramamız gerekecek.”
“Bu bütün gece sürer!” diye inledi Kimyager.
“Ama mecburuz.”
Çadırı dışarıda ve ortaya çıkabilecek bir şeylerin insafına bırakarak tünele girdiler.
Gemiyi her köşesine, her çatlağına kadar aradılar. Fizikçi kontrol odasındaki kırık panelin parçalarının yerinden oynatılıp oynatılmadığım düşündü, ama emin değildi. Sonra Mühendis, tüneli kazarken kullandıkları aletlerin en son bıraktıkları gibi durup durmadığını merak etti.
“Bakın,” dedi Doktor, sabırsızca, “Şimdi dedektifçilik oynamaya başlayamayız; saat neredeyse iki!”
Kuşetlerinden ayırdıkları şiltelerine uzandıklarında saat üçtü ve Mühendis motor odasındaki iki düzeyi kontrol edip, bir de, oraya çelik bölmelerden açılan kapılan kilitlemeye kalkışmaktan vazgeçmiş olmasaydı, sabahı edeceklerdi. İçerisi havasızdı ve ortalığa pis bir koku sinmişti, ama, yorgunluktan dökülüyorlardı; botlarım ve tulumlarını çıkarıp ışığı söndürür söndürmez derin bir uykuya daldılar.
Doktor karanlıkta uyandı. Saatini gözlerine doğru kaldırıp baktı ve bir an için aklı karıştı, çünkü saat karanlığa uymuyordu. Sonra, yerin altında ve gemide olduğunu hatırladı. Yeşil kadran sekizi gösteriyordu. Öyleyse neden bu kadar erken kalkmıştı? Kendi kendine söylendi, tam arkasını dönüp uyumak üzereydi ki, donup kaldı.
Geminin derinliklerinde bir şeyler oluyordu. İşitmekten çok, hissediyordu bunu. Taban sarsıldı. Uzaktan, zar zor duyulabilen bir patırtı geliyordu. Kalkıp dimdik oturdu. Kalbi çarpıyordu.
“Geri döndü!” diye düşündü. Fizikçi’nin, yapışkan izini keşfettiği yaratığı gözlerinin önüne getirmeye çalışıyordu. “Giriş kapağına yükleniyor.”
Gemi ansızın sarsıldı; sanki dışarıdan dev bir el onu itip toprağın daha da derinliklerine sokmaya çalışıyordu. Mürettebattan biri uykusunda inledi. Birden Doktor tüylerinin diken diken olduğunu hissetti: Gemi on altı bin tondu! Taban hızlı, düzensiz bir ritmle titremeye başladı. Sonradan anladı. Hareket ünitelerinden biriydi! Birileri onu çalıştırmıştı!
“Herkes kalksın!” diye bağırarak el yordamıyla feneri aramaya başladı.
Mürettebat yataklardan zıpladı ve Doktor feneri en sonunda bulup yakana kadar hepsi bağıra çağıra birbirine çarpıp tökezledi. Birkaç kelimede, olanları öğrendiler.
Mühendis, hâlâ uyku sersemi, sesi dinledi. Gemi sarsılmaya başladı ve giderek artan bir inilti havayı doldurdu. “Lombar ağızlarındaki hava kompresörleri!” diye bağırdı.
Tulumunun fermuarını çekmekte olan Kaptan bir şey söylemedi. Diğerleri de hızla giyindiler. Ama Mühendis, Doktor’un elinden feneri kaptığı gibi, fanila ve şortla koridora fırladı.
“Ne yapacaksın?”
Aceleyle, kumanda odasına doğru koşan Mühendis’in arkasından gittiler. Taban artan bir hızla ve şiddetle sarsılmaya başlamıştı. “Şimdi pervane kanatlarını koparacak!” dedi Mühendis, davetsiz misafirin temize havale ettiği odaya dalarken. Ana terminallerden birine koştu ve şalteri çevirdi.
Köşede bir ışık yandı. Mühendis ve Kaptan, birlikte kasadan jektörü alıp kabından çıkardılar, ellerinden geldiğince çabuk, terminalle birleştirdiler. Kadranlar kırıktı, ama silindirin üzerindeki tüp parlak maviyi gösterdi. Akım vardı; jektör şarj oluyordu!
Yerin sarsıntısı raflardaki metal aletleri tıngırdatıyordu. Bu arada cam bir nesne yere düşüp kırıldı. Sonra aniden sarsıntı kesildi ve ışık söndü.
“Şarj oldu mu?” diye sordu Fizikçi.
“Olsa olsa iki devir yapmıştır. Bu kadarına sahip olduğumuz için şanslıyız,” dedi Mühendis. Jektörü terminallerden ayırdı, alüminyum çıkışını yere doğru tutarak kulpu kavradı ve koridora çıkarak motor odasına yöneldi. Yarı yoldaki kütüphaneye henüz gelmişlerdi ki, şiddetli bir gıcırtı duydular. Gemi, çırpınıyor gibi iki üç silkelenmeyle yeniden sallandı. Motor odasında, bir şey kulak tırmalayıcı bir gürültü çıkarıyordu. Hemen ardından bir sessizlik başladı.
Mühendis ve Kaptan, birlikte zırhlı kapıya ulaştılar. Kaptan göz deliğinin kapağına doğru süzülüp içeri baktı.
“Feneri verin,” dedi.
Doktor hemen feneri eline koydu ama, dar deliğe feneri tutup aynı zamanda içeriyi görmek oldukça zordu. Mühendis, bir başka deliği açarak gözünü yerleştirdi ve birden soluğu boğazında tıkandı.
“Orada yatıyor,” diyebildi, uzun bir aradan sonra.
“Ne?”
“Ziyaretçimiz. Buraya biraz ışık tutun, biraz aşağıya, tamam! Kıpırdamıyor.” Biraz sessizlikten sonra devam etti: “Bu şey bir fil kadar büyük.”
“Manifold serilerine değmiş mi?” diye sordu, hiçbir şey göremeyen Kaptan.
“Hayır, ama güç hatlarına abanmış gibi görünüyor. Altından çıkan uçları görebiliyorum.”
“Neyin uçlarını?” diye sordu arkalarındaki Fizikçi. Giderek sabırsızlanıyordu.
“Yüksek gerilim kabloları. Hâlâ kıpırdamıyor. Kapıyı açacak mıyız?”
“Bunu yapmamız gerek,” dedi Doktor ve yanındaki ana sürgüyü itti.
“Belki ölü numarası yapıyordur,” diye düşüncesini belirtti arkadan birisi.
Öteki sürgüler yataklarında yavaşça kaydılar ve kapı açıldı. Kimse eşiği geçmedi. Fizikçi ve Sibernetikçi öndekilerin omuzlarının üzerinden başlarını uzatmışlardı. İçeride, yandan zorlanan bölme duvarlarının arasında sıkışmış, çıplak, hörgüçlü, parlak bir kütle, kırık ekran parçalarının üstünde yatıyordu. Arada sırada yüzeyinden bir ürperme geçiyordu.
“Yaşıyor,” diye fısıldadı Fizikçi.
Sanki at kılı yanıyormuş gibi keskin, çok iğrenç bir koku doldurmuştu odayı ve mavimsi bir duman fenerin ışığında döne döne yükseliyordu.
“Sadece tedbir olarak,” dedikten sonra, Mühendis, jektörü biraz kaldırıp ana gövdeyi kalçasına dayadı ve biçimsiz kütleyi hedef aldı. Ve bir ıslık sesiyle, atış, hörgücünün tam altında dik bir yay çizen hurda yığınına çarptı. Dev beden kasılıp sertleşti, şişti ve yassılaşacakmış gibi, biraz çöktü. Bölme duvarları titredi ve ağırlığın altında her iki yandan eğrildi.
“Tamamdır,” dedi Mühendis, çelik eşiği geçerken.
İçeri girdiler. Yaratığın bacaklarını ve başını bulmaya çalıştılar. Transformatörün kopuk bir parçasının üzerinde hareketsiz yatan biçimsiz kütle tek tarafındaki hörgücüyle, pelte ile dolu koskoca bir çuvala benziyordu. Doktor ölü vücuda dokunarak elini burnuna götürdü.