“Kırk altı… kırk altı…” diye tekrarladı, galerinin çelik borusundan Doktor. Olup bitenden habersizdi. Fizikçi yere oturdu ve elleriyle yüzünü kapattı. Ortalık neredeyse tamamen sessizleşti. Yalnızca, durma noktasına yaklaşarak ya vaşça gıcırdayan jeneratörün yarattığı hafif gürültü duyuluyordu.
“Ya sızıntı filtresi?” diye sordu Kaptan.
“Normal,” diye yanıtladı Sibernetikçi. “Robot, kontaktan önce atom reaktörünü mühürlemeyi başarmış olmalı.” Tekdüze bir sesle söylemişti bunları, ama hepsi onun robotla ne kadar gurur duyduğunu biliyordu. Titrememek için kendi ellerini sıkıca tuttu.
“Kırk altı…” dedi Doktor.
“Tamam,” diye bağırdı Kaptan, çelik boruya doğru. “Artık gerekmiyor. Reaktör akım üretiyor!”
Bir dakika sonra Doktor’un solgun yüzü ve siyah sakah aşağıdan göründü. “Gerçekten mi?” diye sordu. Sessizce gülmeye başlamıştı. Ötekiler göstergelere bakarken, o, galeriden yukarı tırmanarak Fizikçi’nin yanına oturdu. Bir süre ibreleri izledi ve “Biliyor musunuz?” dedi sonunda, çocuksu bir sesle. Hepsi uyanıyor gibi ona baktı. “Hiç bu kadar mutlu olmamıştım,” diye fısıldadı ve arkasını döndü.
AKŞAM karanlığından hemen önce Kaptan ve Mühendis biraz temiz hava almak için dışarı çıktılar. Bir toprak yığınının üstüne oturmuş, yakut kırmızısı Güneş’in görünen son parçasına bakıyorlardı. “Buna asla inanamazdım,” dedi Mühendis. “Ben de öyle.”
“Reaktör gerçekten sağlam yapılmış.”
“Elbette. Güvenilir Dünya işçiliği.” Bir süre hiç konuşmadılar. “İyi bir başlangıç,” dedi Kaptan.
“Evet, ama yapılması gerekenlerin ancak yüzde birini yaptık ve…”
“Biliyorum,” diye cevap verdi Kaptan sakince. “Ve henüz bilmediğimiz şeyler var, örneğin…”
“Evet, idare körükleri, alt iç güvertenin tümü.”
“Ama yapacağız.”
“Evet.”
Mühendis’in gözleri tepenin üstündeki uzun tümseğe takıldı; yaratığı gömdükleri yerdi burası. “Tamamen unut muştum…” dedi hayretle. “Sanki bir yıl önce olmuş gibi.”
“Ben unutmadım. O zamandan beri sürekli onu düşünüyorum. Doktor’un, akciğerlerinin içinde bulduğu şey yüzünden.”
“Ne buldu?”
“Bir iğne.”
“İğne mi?!”
“Ya da değil, gördüğünde kendin karar verirsin. Kütüphanede, bir kavanozun içinde duruyor. Çok ince bir tüp parçası; bir ucu kırık ve diğer ucu sivri, enjeksiyon için kullanılmış gibi.”
Mühendis ayağa kalktı. “Garip, ama, her nasılsa bu bana çok ilginç gelmiyor. Şu an hissettiklerim, sanki, yabancı bir havaalanında beş dakikalığına mola vermiş birinin hissettikleri gibi. Tanımadığı kalabalığın arasına karışıyor ve esrarengiz, anlaşılmaz şeyler görüyor. Ama o, kaygısız, bütün bunlar ona uzak görünüyor; çünkü, oraya ait olmadığını ve az sonra uçup gideceğini biliyor.”
“O kadar çabuk olmayacak ama…”
“Biliyorum, ben ne hissettiğimi anlattım sadece.”
“Hadi dönelim. Yatmadan önce, reaktörü boşa alabilmek için geçici anahtarları çıkarıp yerine kendi sigortalarını takmalıyız.”
“Pekâla, gidelim.”
Geceyi gemide ve küçük ışıkları açık bırakarak geçirdiler. Arada bir, içlerinden biri uyanıyor, uykulu gözlerle ampullerin yanıp yanmadığını kontrol ediyor ve yeniden rahatlamış olarak uykuya dalıyordu.
Sabah olduğunda, ilk harekete geçirilen ekipman birimi temizleme robotuydu. Hemen her on beş dakikada bir, her yeri örten enkazın içine saplanıp kalıyordu. Sibernetikçi, elinde bir dolu aletle arkasından koşturup onu süprüntüden kurtarıyor, tutma ünitesi için çok büyük gelebilecek parçaları uzaklaştırdıktan sonra yeniden çalıştırıyordu. Robot ileri birkaç adım atarak diğer süprüntü yığınına geçiyor ve az sonra yeniden sıkışıp kalıyordu. Kahvaltıdan sonra Doktor, tıraş makinesini denedi. Sonuç, bronz yarım maske takmış bir adam oldu; alnı ve göz kenarları Güneşten yanmış ama yüzünün alt kısmı beyaz kalmıştı. Hepsi teker teker tıraş oldular.
“Daha iyi beslenmeliyiz,” dedi Kimyager. Aynadaki zayıf aksi onu şaşırtmıştı.
“Yeni avımıza ne dersin?” diye bir öneri getirdi Sibernetikçi.
Kimyager’in tüyleri diken diken oldu. “Hayır, teşekkür ederim. Bana sözünü bile etme. Kâbuslar görüyorum, o… o şeyle ilgili…”
“Hayvan mı?”
“Hayvan ya da…”
“Başka ne olabilir ki?” Herkes konuşmayı dinliyordu.
“Yüksek bir uygarlık düzeyinde her şey, şu ya da bu şekilde, bir giysi giyerdi herhalde,” dedi Mühendis. “Ve bu iki Canlı çıplaktı.”
“İlginç… ’çıplak’ dedin,” diye işaret etti Doktor.
“Yani?”
“Yani bir sığıra veya maymuna ’çıplak’ demezdin, öyle değil mi?”
“Tüyleri var da ondan.”
“Hipopotamların ve timsahların da tüyleri yok, ama onlara da ’çıplak’ demezsin.”
“Bu kadar uzatmaya ne gerek var? Sadece, en doğru sözcük buymuş gibi geldi.”
“Kesinlikle.”
Bir süre sessiz kaldılar.
“Saat on olmuş,” dedi Kaptan. “Yeteri kadar dinlendik, sanırım yeni bir geziye çıkabiliriz. Ama bu kez farklı bir yöne gideceğiz. Mühendis jektörleri hazırlayacaktı. Durumları nasıl?”
“Beş adet var ve hepsi şarj edildi.”
“Güzel. Önce kuzeye gitmiştik, bu kez doğuyu deneyelim. Mecbur kalmadıkça jektörleri kullanmayın. Özellikle de şu… İkicanlılarla karşılaşırsak”
“İkicanlılar,” diye mırıldandı Doktor kendi kendine, öğrenmeye çalışır gibi. Pek hoşlanmışa benzemiyordu.
“Gidiyor muyuz?” diye sordu Fizikçi.
“Pekâlâ. Ama yeni sürprizlerle karşılaşmamak için önce girişi_emniyete alalım.”
“Jipi almayacak mıyız?” diye sordu Sibernetikçi.
“Onu çalıştırmak için en azından beş saate ihtiyacım var,” dedi Mühendis. “Eğer geziyi yarına ertelersek?”
Ama hiç kimse ertelemek niyetinde değildi, bu yüzden, ekipmanlarını hazırladıktan sonra on bir civarında yola koyuldular. İçlerinden biri önermediği halde, ayarlanmış gibi çift olarak yürüyorlar ve birbirlerine yakın kalıyorlardı. Silahı olmayan tek kişi Doktor’du ve o da ortadaki ikiliden biriydi. Bu kez, ya arazi yürümeye daha elverişliydi, ya da daha hızlı ilerliyorlardı; ama bir saatten az bir süre içinde roket tamamen gözden kaybolmuştu. Manzara değişiyordu. Uzak durdukları ince kalikslerden burada çok daha fazla vardı ve çok ileride, kuzeyde, araziyle kayalık uçurumlarda birleşen kubbeye benzer tepeler gördüler. İlerledikçe, bunların yer yer, topraktan daha koyu renkli bir bitki örtüsüyle kaplı olduğu ortaya çıkıyordu.
Ayaklarının altında hışırdayan bitkiler kül rengindeydi. Bunların, etrafları minik boncuklarla dolu yeni sürgünleri, damarları andıran beyazımsı borucuklardı.
“Burada en çok neyi özlüyorum biliyor musunuz?” dedi Fizikçi. “Ot, bildiğimiz ot. Daha önce otun bu kadar…” söz cüğü arıyordu, “…gerekli olduğunu düşünmemiştim.”
Güneş yabaniydi. Tepelere yaklaştıkça uğultulu bir ses duymaya başladılar.
“İlginç. Rüzgâr yok, ama sesi var,” dedi, ilk ikiliden biri olan Kimyager.
“Yüksekten geliyor,” dedi arkasındaki Kaptan. “Bakın, şunlar Dünya ağaçları!”
“Renkleri farklı…”
“İki renk var,” dedi Doktor. Gözleri oldukça keskindi. “Almaşık renkler. Bazen menekşe rengi, bazen de sarı detaylarla, mavi oluyorlar.”
Açıklıktan uzaklaşarak, çamurdan duvarları incecik bir sis tabakasıyla kaplı geniş bir kanyona çıktılar. Daha yakından bakıldığında bu sisin, gevşek fiberglas İzolasyonuna benzeyen bir tür liken olduğu anlaşılıyordu.