“Mürettebat?” dedi Kaptan. Dengesini bulmak için kafasını sağa sola sallıyordu. Kulaklarında çanlar çalıyordu.
“Bir,” diye sızlandı Mühendis, yerden.
Fizikçi’nin zayıf sesi, “İki,” dedi.
“Üç,” dedi Kimyager. Kanayan ağzını tutuyordu.
“Dört,” dedi Sibernetikçi.
“Be… eş.” Doktor vagonun tabanında en altta kalmıştı. Hepsi güldü.
Bir yolunu bulup vagonun tepesindeki deliklerden giren tüy gibi, gıdıklayıcı bir tohum tabakası her taraflarını sarmıştı. Kapıyı açmak isteyen Mühendis aracın duvarına tosladı. Bunun üzerine, açabilecek pozisyonda olanlar içbükey yüzeyi itmeye başladılar. Gövde çatısı titredi, cılız bir çatlama da duyuldu ama vagon açılmıyordu.
“Tekrar deneyin,” dedi Doktor, boğuk bir sesle. Kendisi kıpırdayamıyordu. “Bundan yorulmaya başladım. Off… üstüme basmayın!”
İçinde bulundukları durum eğlenceli bir şey olmamakla birlikte, hepsi gülüyordu. Beraberce, öndeki tarak biçimli bir çerçeveyi çekip çıkardılar ve onu tavana vurmaya başladılar. Tavan büküldü, darbelerin oluşturduğu çukurlarla kaplandı ama hâlâ açılmamıştı.
“Yeter dediysem, yeter demektir,” diye homurdandı Doktor ve kalkmaya çalıştı. Aynı anda taban çöktü ve hepsi, altı metrelik bir hayırdan aşağıya, kanyonun tabanına dökülüverdiler.
“Yaralanan var mı?” diye sordu Kaptan. İlk ayağa kalkan oydu. Üstü başı çamura bulanmıştı.
“Hayır. Ama sen kan kaybediyorsun! Bir bakayım şuna,” dedi Doktor.
Gerçekten de Kaptan’ın başında derin bir yarık vardı. Doktor, elinden geldiğince yarayı sarmaya çalıştı. Diğerleri yalnızca ufak tefek çürük ve sıyrıklarla atlatmışlardı ama Kimyager dudağını ısırmıştı ve kan damlıyordu. Parçalanmış araca bir kez bile dönüp bakmadan gemiye yollandılar.
TEPECİĞE vardıklarında Güneş ufka değmişti. Gemi, açıklığın kum örtüsünün üstünde uzun bir gölge bırakıyordu. İçeri girmeden önce civarı iyice gözden geçirdiler, ama yokluklarında gelmiş herhangi bir ziyaretçinin izine rastlamadılar. Atom reaktörü kusursuz çalışmaya devam ediyordu. Temizleme robotu laboratuvarı kaplayan kalın bir plastik ve cam kırığı tabakasına saplanıp kalmadan önce koridorları ve kütüphaneyi temizlemeyi başarmıştı.
Aç kurtlar gibi saldırdıkları akşam yemeğinden sonra Doktor, Kaptan’ın yarasını dikmek zorunda kaldı, çünkü kanama durmamıştı. Bu arada ırmaktan aldıkları örnekler üzerinde analiz yapan Kimyager, suyun içilebilir olduğunu saptadı; yüksek demir oranı biraz tadını bozuyordu, o kadar.
“Bir savaş toplantısı yapmanın zamanı geldi,” dedi Kaptan. Kütüphanedeki hava yastıklarının üstünde ve diğerlerinin ortasında oturuyordu. Beyaz bandajı şapka gibi görünüyordu.
“Neler biliyoruz?” diyerek söze başladı. “Gezegende, Mühendis’in ’İkicanlı’ dediği zeki varlıkların yaşadığını biliyoruz. Bu isim… şeye uymuyor… Ama önemli değil bu. İkicanlı uygarlığının elinden çıkmış çeşitli eserler gördük. İlk olarak, terkedilmiş ve bozuk olduğuna karar verdiğimiz, kendiliğinden çalışan bir fabrika — ki ben bundan henüz emin değilim. İkinci olarak, tepe doruklarında, henüz bilmediğimiz bir fonksiyonu gerçekleştiren aynaya benzer sivri kubbeler var. Üçüncü olarak, bir tür enerji üreten direkler var, tabiî onların da fonksiyonlarını bilmiyoruz. Dört, bir çatışma sonrası birini ele geçirdiğimiz ve kullanıp kırdığımız şu uçan diskler. Beş, detayları seçemeyeceğimiz bir uzaklıktan da olsa, onların şehrini gördük. Altı, sözkonusu çatışmada, bir İkicanlı, küçük bir ateş topu fırlatmak üzere yönlendirilmiş ve biz öldürene kadar da, idareyi ya da kontrolu sağlayan bir hayvanı üzerimize saldırttı. Yedinci ve son olarak, gezegende yaşayanların ölü bedenleriyle dolu bir hendeğe tanık olduk. Evet, hepsi bu, tabiî hatırladığım kadarıyla. Eğer bir hata yaptıysam ya da atladığım bir şey varsa düzeltin.”
“Hemen hemen hepsi bu,” dedi Doktor. “Önceki gün gemide olup bitenin dışında…”
“Doğru. Ve haklıydın; yaratık ’çıplak’tı. Belki de kaçmaya çalışıyordu ve paniğe kapılıp, gördüğü ilk deliğe, yani gemiye açılan tünelin ağzına dalıverdi.”
“Evet, bu çekici bir hipotez, ama riskli,” dedi Doktor. “İnsan olarak, tabii ki insanca bağlantılar kurup, yine öyle yorumlar yapıyoruz. Dünya’dan getirdiğimiz insan kurallarını uygulayıp, gerçekleri de insani kalıplara sokuyoruz. Ben kesin olarak biliyorum ki, bu sabah hepimiz aynı şeyi düşündük Vahşetin, katliamın kurbanlarıyla karşılaştığımızı. Ama gerçekten bilmiyoruz ki…”
“Bir dakika, sen buna inanmıyorsun galiba,” dedi Mühendis.
“Konu benim neye inandığım değil. Aden bizim inançlarımıza ters düşüyor. Şu hipotez, örneğin, İkicanlının — demin söyleneni aynen yineliyorum-elektrikli köpeğini ’üzerimize salması’…”
“Hipotez de ne demek oluyor? Bu, gerçeğin ta kendisi,” dedi Kimyager’le Mühendis, hemen hemen aynı anda.
“Yanlış düşünüyorsunuz. Bize neden saldırdığı hakkında bir fikrimiz yok. Belki de burada yaşayan bazı hamamböcekleri idik onlar için veya av hayvanlarına benzetilmiş olabiliriz… Ama biz bunu saldırganlık olarak aldık, çünkü, kafamızda, etkisiyle sakin düşünme yeteneğimizi kaybettiren, şu bulduğumuz şeyle birleştirmiştik.”
“Evet, tabiî, eğer sakinliğimizi koruyup hemen ateş etmeseydik, o gömülüp dağıtılan küller bizimkiler olacaktı,” diye homurdandı Mühendis kızgın kızgın.
Hiçbir şey söylemeyen Kaptan’ın gözleri, bir onun, bir diğerinin üzerinde dolaşıyordu.
“Biz, yapmamız gerekeni yaptık,” diye yanıtladı Doktor.”… ama bir yanlış anlama olasılığı çok yüksek. Her iki tarafta da… Bu bulmacanın tüm parçalarını yerine oturttuğumuzu mu düşünüyorsunuz? Tahminlerimize göre fabrika birkaç yüzyıl önce terkedilmiş, bu konuda ne diyeceksiniz? Fabrikayı bulmacanın hangi bölümüne yerleştirdik?”
Sessizlik oldu.
“Doktor haklı,” dedi Kaptan. “Hâlâ çok az şey biliyoruz. Tek avantajımız ise, onların bizim hakkımızda hiçbir şey bilmiyor olmaları gibi görünüyor; elbette, yolları — ya da olukları-buralardan geçmediği sürece. Ve ayrıca sırrımızın bilinmediğine de uzun süre güvenemeyiz. Her neye karar verirsek verelim, bunu da hesaba katmamız gerekiyor.”
“Gerçeği söylemek gerekirse, şu anda bu yıkıntının içinde savunmasızız,” dedi Mühendis. “Bizi fare gibi boğmak için yapmaları gereken tek şey, tüneli tıkamak. Hızlı hare ket etmeliyiz, çünkü her an keşfedilebiliriz ve İkicanlının saldırganlığının yalnızca ’insanca bir iletişim’ olabileceği hipotezine rağmen, ben başka sonuç çıkaramıyorum. Bütün üniteleri ve motorları onarmaya başlamamızı öneriyorum, hem de hiç vakit kaybetmeden.”
“Peki, bu onarım ne kadar sürecek?” diye sordu Doktor. Mühendis tereddüt etti. “Görüyorsun ya,” dedi Doktor, yorgun bir sesle. “Neden kendimizi kandıralım ki? Biz bitirmeden önce nasılsa bizi bulacaklar. Ben uzman değilim, ama haftalarca süreceğini biliyorum bunun…”
“Ne yazık ki bu doğru,” diye kabul etti Kaptan. “Ayrıca su stokumuzu tamamlamamız ve taban düzeyine taşan şu radyasyonlu sudan kurtulmamız gerekiyor. Bütün zararın onarılıp onarılamayacağını da bilmiyoruz tabiî.”