Mühendis aşağı inip olanları, elinden geldiğince eksiksiz olarak diğerlerine anlattı.
“lyi. Ben de burada neden uçan hayvanların olmadığını merak etmeye başlamıştım,” dedi Doktor.
Kimyager ona, ırmağın yanındaki beyaz çiçekleri hatırlattı.
“Onlar daha çok, böceklere benziyorlarclı,” dedi Doktor, “…ya da… kelebeklere. Ama burada hava trafiği pek yok. Bir gezegende yaşayan organizmalar yayılmaya başladığında, mümkün olan her bölgenin, her boşluğun doldurulması gerektiğine dair biyolojik bir baskı gelişir. Bu yüzden, buradaki kuş kıtlığı çok şaşırtıcı.”
“O, daha çok bir… bir yarasa gibiydi,” dedi Mühendis, “… kılları vardı.”
“Bu mümkün,” dedi Doktor. Daha önce mürettebata biyoloji bilgisini hiç göstermemişti. Sonra, ilgilenmekten çok, nezaket gereği soruyormuş gibi ekledi, “Ayak seslerini taklit ettiğini söylemiştin, değil mi? Bak, bu ilginç. Bunun hayatta kalma amaçlı bir fonksiyonu olabilir.”
“Bu kez daha çok mesafe katetmeliyiz. Hiçbir şeyin bizi hayal kırıklığına uğratacağını sanmıyorum,” dedi Kaptan, artık hazır olan cipin altından sürünerek çıkarken. Mühendis, anlattıklarına aşırı bir tepki alamadığına şaşırmıştı, ama, uçan yaratığın kendisinden çok, onunla karşı karşıya gelmenin etkisinde kaldığını düşündü.
İşbölümü sırasında herkes huzursuzdu. Arkada kalanlar geminin altında dururken, acayip aracın, önde oturan Kaptan’ın güvenli kontrolu altında, giderek büyüyen daireler çizmesini izlediler. Kaptan’ın yanındaki yol arkadaşı, dar namlulu atıcıydı; Kimyager ve Doktor arkada oturuyorlardı. Geminin yanındaki son turu atarken Kaptan bağırdı:
“Geceyarısı dönmüş olmaya çalışacağız. Hoşçakahn!” Hızı arttırdı ve bir dakika sonra tek görülebilen, batıya doğru yavaşça ilerleyen yüksek, uzak, sarı bir toz bulutu oldu.
Cip, sadece, sürücünün her engeli görebilmesi için düşünülmüş şeffaf bir tabanın tuttuğu basit, metal bir iskeletten ibaretti. Her tekerlekte bir elektrik motoru, ayrıca iki yedek lastik ve arkaya monte edilmiş bir teneke yakıt vardı. Yüzey düzgün olduğunda saatte kırk mil yapabiliyordu. Arkaya bakan Doktor, artık gemiyi göremiyordu. Motorlar homurtu çıkarıyor, çatlak araziden yükselen toz, havada kabarıp dağıldıktan sonra bozkıra benzer toprağa geri dönüyordu.
Kimse konuşmuyordu. Rüzgarkıran yalnızca sürücüyü koruyordu; arkadakiler rüzgârı tamamen yüzlerine yiyor, birbirlerini duyabilmek için bağırmak zorunda kalıyorlardı. İlerledikçe, toprak, daha inişli çıkışlı bir biçim almaya başladı, gri kaliksler gözden kayboldu.
Uzaktaki dağınık, örümcek çalı öbeklerini geçtiler. Kurumuş akciğerağaçlar şurada burada yükseliyor, aşağı sarkan yaprak salkımları arada bir, nefes nefese kalıyormuş gibi titriyordu. İleride, yüksekte, uzun olukları seçebiliyorlardı ama, görünürde disk yoktu. Oluklardan geçerlerken lastikler hafifçe sıçradı. Kuru bir kemik kadar beyaz, keskin kenarlı kireçtaşı yapısı, toprakta çıkıntı oluşturuyordu; taş yığınlarından oluşan uzun diller tırmandıkları bayırın altına doğru uzanmıştı; lastiklerin altında bu sivri çakıllar gürültüyle gıcırdıyordu. Eğim arttıkça cip zorlanıyordu, ama, motorda rezerv güç olmasına rağmen, Kaptan, bu düzensiz arazide onu kullanmadı.
Daha yüksekte, sarılı kahverengi iki sırtın arasında, yollarını tıkayacak gibi görünen uzun, ince bir bant vardı. Kaptan hızı düşürmeye başladı. Çaprazda, yokuşun belli belirsiz şekillerin yükseldiği bir platoya dönüştüğü yerde, bir ucu toprağa gömülü ve her iki yana da uzayan aynaya benzer bir şerit gördüler. Ön lastiklerin şeritin ucuna değdiği yerde cip durdu. Kaptan indi, jektörünün ucuyla pürüzsüz yüzeye önce dokundu, sonra biraz sertçe vurdu. Ardından şeride çıktı ve üzerinde zıpladı. Şerit kıpırdamamıştı.
“Kaç mil katettik?” diye sordu Kimyager, Kaptan geri döndüğünde.
“Otuz sekiz,” dedi Kaptan ve dikkatle motoru çalıştırdı. Sertleştirilmiş cıvadan bir kurdele gibi görünen şeridin üstünde ilerlediler ve artan bir hızla sağa sola kıvrılarak direkleri ve bunların üzerlerinde kıvrılan hava kolonlarını geçtiler. Direkler doğuya yönelmeye başladığında, onlar, pusulanın ibresini “S” harfinde tutarak düz ilerlediler.
Platonun kasvetli bir görüntüsü vardı. Sıcak doğu rüzgârının savurduğu bitkiler toprağa karşı dirençlerini yavaş yavaş kaybediyorlardı. Rüzgârın yığdığı alçak kum tepeciklerinde yer seviyesinde soluk kızıl, tepeye doğru koyulaşan çalılar büyümüştü; bunlardan, sert tohum zarfları yere dökülüyordu. Bir ara, gri bir şey kuru çalılığın arasında kıpırdadı, sonra, cipin tekerleklerinin arasından sıçramaya başladı ama, adamlar yaratığa iyice bakamadılar, çünkü çalılığa çok hızlı dalmıştı.
Kaptan, kalın diken kümeleri arasında cipi dikkatle sürüyordu. Bir defa, çalılığın arasında bir tümseğin tıkadığı çıkmaz bir açıklıktan geri dönmek zorunda bile kaldı. Arazi bir labirente benziyor ve giderek çöl karakteri almaya başlıyordu; bitkiler rüzgârda kâğıt gibi hışırdıyordu. Cip, tepeden sarkan dalların ördüğü duvarların arasından geçiyordu.
Yarılmış tohum zarflarının sarımsı tozu rüzgârkırana çarpıyor, adamların tulumlarını ve yüzlerini kaplıyordu. Sık ağaçlıktan gelen sıcaklık nefes almayı zorlaştırıyordu. Cip durdu.
Onbeş, yirmi metre kadar ötede hem plato, hem de ağaçlık, Güneşte ışıldayan kehribar gibi, koyu bir ormana dönüşerek sona eriyordu. Ötede uzak tepeler, adamların, bulundukları yerden göremedikleri bir vadinin üzerinde yükseliyordu. Kaptan inip en son. çalılığa yürüdü, uzun sazlar gökyüzüne doğru hafifçe sallanıyordu.
“Aşağı ineceğiz,” dedi döndüğünde.
Cip yavaş ilerliyor, gürültüsü giderek artıyordu. Taşıyıcıdaki teneke takırdıyor, bu arada frenler de uyarı sinyalleri veriyordu. Kaptan pompayı açıp lastikleri büyüterek, eğimin uçurum dikliğine denkledi. Adamlar yapağı gibi bir tabaka bulutun arasından, aşağıda silindirik bir şekil ve tepede yumru oluşturan kahverengi bir duman kolonu gördüler. Kolon, tepe doruklarının üzerinde, bir volkandan çıkar gibi, dağılmadan havada asılı duruyordu. Bu, bir veya iki dakika sürdü, sonra görülmedik bir hızla alçalarak, onu püskürten her ne ise yine o içine çekmiş gibi, beyaz bulutların arasında kayboldu.
Vadi iki seviyeden oluşuyordu; üsttekine Güneş vuruyor, cipin sekerek ve sarsılarak ilerlediği daha alçaktaki bölümünü ise bulutlar örtüyordu. Batan Güneş’in ışıkları, adamların karşısındaki tepelere; aynalarla aydınlanan gri, karmaşık fundalığın ortasındaki bodur şekillere vuruyordu. Aşırı parlaklıktan, o tarafa bakmak mümkün değildi. Bulut tabakasına yaklaşmışlardı. Arkalarında göğe doğru yükselen sivri uçlu çalılar vardı. Daha yavaş gitmeye başladılar, nemli ve boğucu bir buhar onları dalga dalga sardı; her şey silikleşmişti. Kaptan cipi yavaşlatırken farları da yaktı, ama, siste görüntü daha da kötüleştiği için hemen kapattı.
Sonra, sis birdenbire seyrekleşti. Ortalık serinlemişti. Kendilerini, daha düşük eğimli bir yokuşun üzerinde ve vadinin derinliklerindeki soluk gri ve siyah yamalara doğru uzayıp giden bulutların altında buldular. Az ötede bir şey pırıldadı; yağlı bir sıvının üzerindeki parlaklık gibiydi. Gözlerinin bulanıklaştığını hissettiler. Doktor ve Kimyager gözlerini ovuşturdular ama yararı olmadı. Pırıltının dışından, koyu bir cisim onlara doğru geliyordu. Toprak şimdi, suni olarak düzeltilip sertleştirilmiş gibi yassı ve pürüzsüzdü. Cisim daha da büyüdü; bunun tekerlekli bir araç olduğunu gördüler — onların cipiydi ve bir yerlerden görüntüsü yansıyordu. Az daha kendi yüzlerini seçebileceklerdi ama, görüntü bozuldu ve bir ayna bulacaklarını tahmin ettikleri yerde, tamamen yok oldu. Aralarda ilerlemeye devam ederken ani bir ılıklık sardı çevrelerini, ama bu, onlarda, görünmez bir bariyeri geçtikleri hissini uyandırsa da hiçbir şeyle karşılaşmadılar. Aynı anda, az önce gözlerini bulanıklaştıran perde de ortadan kalkmıştı.