Выбрать главу

Lastikler su sıçratmaya başladı; cip çamur birikintilerinin üzerinden geçiyordu. Bulanık su çukurları, külle doluymuş gibi, acımsı bir koku yayıyordu. Çukurların arasında sağda solda, deşilmiş çamur tümsekleri yatıyordu. Sağ yanda bir moloz yığını belirdi; duvar parçalan değildi bunlar; buruşuk, kirli doku parçaları birbiri üstüne yığılmış, bazı yerlerde yirmi fit yükseğe çıkıyordu ve yer seviyesinde siyah, düzensiz delikleri vardı. Adamlar bu alandan geçtiler ama, delikleri neyin doldurduğunu göremediler. Kaptan ön lastiklerin birinin dayandığı bir tümseğin yanında durdu. Üstüne çıkıp tepesine doğru yürüyerek, oradaki dikdörtgen kuyunun içine baktı. Onun yüzündeki ifadeyi gören ötekiler, ona doğru koştular. Doktor çamurda kaymak üzereydi ki, Kimyager onu tuttu.

Bir makinayla kazılmış gibi düzgün, dikey duvarları olan delikte çıplak bir ceset, suda sırtüstü yatıyordu. Sadece, çocuğa benzer küçük ek gövdenin çıkıntı oluşturduğu güçlü göğsünün en üst kısmı bulanık suyun üzerindeydi.

Üçü birbirlerine baktıktan sonra çamur tümseğinden indiler. Botlarının açtığı derin ayak izlerinin içi suyla doldu.

“Bu gezegende mezardan başka bir şey yok mu?” diye sordu Kimyager.

Bir an cipin yanında, kararsız beklediler. Kaptan arkasına dönüp etrafına bakındı. Sararmıştı. Her yerde pürüzlü diziler halinde tümsekler vardı. Sağa doğru, daha birçok gri moloz yığını, bunların arasında, alçakta beyaz bir çizgi halinde kıvrılıyordu. Solda, bir miktar daha deşilmiş çamur yığınının ötesinde, tabanda geniş, yukarı çıktıkça daralan, çukurlaştırılmış metalden bir eğik düzlem vardı. Onun da ilerisinde buhar helezonilerinin arasından, dev bir kazanın kenarlarını andıran dik ve siyah bir nesne görür gibi oldular.

Yerin altından gelir gibi derin bir uğultu kulaklarına ulaştığında Kaptan cipe binmek üzereydi. Az önce her şeyi örten beyaz bulutlar, solda, güçlü bir esintiyle dağıldı ve bir dakika sonra adamlar, burun direklerini zonklatan acı bir kokuya boğuldular. Ardından, inanılmaz büyüklükteki bir bacanın gökyüzüne yükselerek, belki yüz metre öteye ulaşabilen kahverengi bir kolon halinde bulutları birbirinden ayıran ve yüksekte kaybolan bir çağlayan püskürttüğünü gördüler. Bu bir dakika sürdükten sonra sessizlik çöktü, ama hemen arkasından, bir başka boğuk inilti ve saçlarını uçuşturan bir fırtına geldi. Bulutlar, uzun kıvrımlar halinde dönerek siyah bacayı tamamen örttüler.

Kaptan diğerlerine işaret verdi, bindiler ve cip pürüzlü çamurun üzerinde yalpalayarak bir sonraki tümseğe gitti. İçine baktılar. Siyah bir su dışında hiçbir şey yoktu. Boğuk sesi yeniden duydular, bulutlar bölündü, bacadan kahverengi sıvı püskürdü ve kolon yeniden geri çekildi. Tümsek ten tümseğe geçip yumuşak çamurun üzerine sıçrıyor, kaygan balçıktan yukarı tırmanarak tepedeki deliklerin içine bakıyorlardı. Artık bulutlardaki ardışık hareket dikkatlerini çekmiyordu. Arada bir, ayakları çamur öbeklerini yerinden oynattığında bir şıpırtı duyuluyordu. Cipe geri döndüler.

İçlerine baktıkları kuyulardan, on sekizi hariç, yedisinde ceset buldular. Birbiri ardına ceset görmek garip bir alışkanlık yaratmıştı onlarda; artık ne tiksinti duyuyor, ne de dehşete düşüyorlardı. Daha büyük dikkatle incelediklerinde bacanın yakınındaki deliklerde daha az su olduğunu gördüler. Deliklerden birinin dibi tamam, iki büklüm bir vücutla kaplıydı. Ama bunun diğerlerine pek benzemediğini farkettiler. Rengi daha soluktu ve şekli de daha değişikti. Ancak, elbette, bunu doğrulamak mümkün değildi. Devam ettiler. Sonraki iki delik boştu ama, metal rampadan kırk, elli metre ötede bulunan tamamen kuru üçüncüsünde, yan tarafa kaymış bir vücut gördüler. Küçük bedene ait kollardan biri sonda ikiye bölünmüştü.

“Bu da ne?” dedi Kimyager. Doktor’un omzuna yapışmıştı. “Görüyor musun?”

“Görüyorum.”

“Parmaklarının yerinde çatal mı var yani?”

“Belki de sakatlanmıştı,” dedi Kaptan, kendisi de söylediğine inanmadan.

Rampadan önceki son tümsekte yine durdular. Kuyu yeni kazılmışa benziyordu; çamur parçaları hâlâ duvarlarından dökülüyordu, sanki bir kürek makinası dikdörtgen çukurdan çıkalı birkaç dakika olmuştu.

“Aman Tanrım!” diye haykırdı Kimyager. Tümsekten aşağı atladı, neredeyse içine düşüyordu.

Doktor’un gözleri Kaptan’la karşılaştı. “İçeri girersem sonra beni yukarı çekebilir misin?” diye sordu.

“Evet. Ne yapmak niyetindesin?”

Doktor diz çöktü, deliğin kenarlarına tutundu ve dikkatle vücudunu aşağı alarak ayağını dipteki gövdenin üstüne yerleştirmeye çalıştı. İndikten sonra üzerinde eğildi. Farkında olmadan nefesini tutmuştu. Yukarıdan, metal bir çubuk ölü gövdenin göğüs altına, bükülmüş et halkalarının arasından diğer küçük gövdenin çıktığı noktaya saplanmış gibi duruyordu. Ama yakma gelince, öyle olmadığını gördü.

Koca vücuttaki deri kıvrımlarından birinin altından ince dokulu, mavimsi, göbeğe benzer bir şey, içine metal bir tüp sokulmuş şekilde, çıkıntı oluşturuyordu. Doktor büyük dikkatle yavaşça dokundu, sonra daha kuvvetlice çekti. Biraz daha eğildiğinde, gergin derinin altından görülen metal tüpün deriye, ardarda gelen bir dikiş çizgisi gibi çok ufak, inciye benzer şeylerle tutturulduğunu farketti. Bir an, bu metal ve deri bileşimini ayırmayı düşündü; kararsızlık içinde, bir bıçak çıkarmak için cebine uzanıyordu ki gözleri, kuyunun duvarına yaslanmış küçük başın yüzüne ilişti ve dondu kaldı.

Gemide parçalara ayırdıkları yaratığın burun deliklerinin olduğu yerde, bunun, sonuna kadar açılmış tek bir mavi gözü vardı ve sessiz bir dikkatle ona bakıyor gibiydi. Doktor yukarı baktı. Kaptan’ın, “Ne var orada?” diyen sesini duymuştu. Bulutların önündeki, aşağı eğilmiş karaltıyı gördü ve neden daha önce bunun dikkatlerini çekmediğini anladı: Görebilmek için, şu an kendisinin durduğu yerde durmak gerekiyordu.

“Yukarı çıkınama yardım et,” dedi. Kaptan aşağıdan uzanan elini kavrayıp onu yukarı çekti. Kimyager de tulumunun yakasından yakalamıştı ve Doktor baştan aşağı çamura bulanmış bir biçimde kuyudan çıktı.

Gözlerini kırpıştırdı. “Hiçbir şey anlamıyoruz,” dedi. “Hiçbir şey!” Ve kendi kendine konuşur gibi ekledi, “İnanılmaz… İşinin uzmanı bir adam, olup bitenden hiç, ama hiçbir şey anlamasın!”

“Ne buldun?” diye sordu Kimyager.

“Bunlar birbirinin aynı değil,” dedi Doktor, cipe dönerlerken. “Bazılarının parmakları var, bazılarının yok. Bazılarının burunları var ama gözleri yok iken, bazılarının tek bir gözü var ve burnu yok. Bazıları daha büyük ve daha koyu renkli, bazıları daha soluk ve gövdeleri daha kısa.”

“Sonuç olarak?” dedi Kimyager, sabırsızca. “İnsanların da farklı ırkları var. Farklı özellikleri olan insanların renkleri de farklı olabilir. Bu farklar neden seni bu kadar rahatsız ediyor? Buradaki asıl soru, bu korkunç katliamı kimin ve neden gerçekleştirdiği.”