“Ben bunun katliam olduğundan pek emin değilim,” diye yavaşça cevap verdi Doktor, başını öne eğerek.
Kimyager gözlerini sonuna kadar açıp ona baktı. “Ya ne olduğunu düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum…” dedi Doktor. Sesi daha güçlü çıkmıştı. Farkında olmadan, mekanik bir şekilde ellerindeki çamuru bir mendile silmeye çalışıyordu. “Ama bildiğim tek bir şey var,” diye ekledi, söylediğini düzeltmek ister gibi. “Bu farklar bazı türlerin arasındaki farklar gibi değil. Gözler ve burun, görme ve koku alma duyuları, bunlar çok önemli.”
“Dünyada karıncalar bile bir sürü türe ayrılıyor. Bazılarının gözleri var, bazılarının yok. Bazıları uçabiliyorlar, bazıları uçamıyorlar. Bazıları yiyecek toplayıcı, bazıları savaşçı. Şimdi sana biyoloji mi öğretmek gerekiyor?”
Doktor başını iki yana salladı: “Gördüğünüz her şey size, Dünya’dan bildiğiniz, önceden yerine oturtulmuş kavramları çağrıştırıyor. Bu kavrama uymayan bir detay ya da gerçeği önemsemiyorsunuz. Şimdi size bu söylediklerimi kanıtlayamam, ama şunu biliyorum — kesinlikle biliyorum-bunun soylarla, özelliklere ayrılmayla bir ilgisi yok. Gemide yaratığı incelerken bulduğum şu iğneyi hatırlıyorsunuz, öğle değil mi?”
“Şu anda herkesin ve benim de tahminlerimize göre, bu yaratık öldürülmüş. Ama vücudunda bir uzantı var — bir tür özümseyici gibi sanki-ve metal tüp ona sokulmuştu. Sanki birisi bir trakeotomi sırasında içeri bir tüp yerleştirmiş gibi. Elbette, bunun, soluk borusunu açma ameliyatıyla bir ilgisi yok; zaten orada yaratığın soluk borusu da yok. Ne için olduğunu bilmiyorum, ama, en azından, bir şeyleri bilmediğimin farkındayım!”
Cipe bindikten sonra Kaptan’a sordu:
“Ya sen ne düşünüyorsun?”
“Gitmemiz gerektiğini,” dedi Kaptan, ellerini direksiyona koyarak.
HAVA kararıyordu. Etrafında dolanırken metal bir rampa zannettikleri şeyin, ne metal, ne de rampa olduğunu gördüler. Bu, büyüklüğünü ancak şimdi farkettikleri bir lav ırmağının en öteye uzanan, donup matlaşmış koluydu. Irmak vadinin üst seviyesinden inmiş ve katılaştığı yerlerde, yüzeyi çatlak havuzlar ve şelaleler oluşturmuştu. Bayırın alt bölümünün tamamı ırmağın posa tümsekleriyle kaplıydı ve açının çok dikleştiği üst bölümde, çıplak kaya damarları bu hareketsiz selin arasından çıkıntı oluşturuyordu. Tam karşısındaki diğer bayırda, bütünüyle kuruyup yayılmış çamur bir tabanı olan yarım mil genişliğinde bir geçit, bitki örtüsüyle kaplı gibi görünen yüksek bir dağ sırtının arasından geçiyordu.
Vadi, tepeden bakan birinin tahmin edebileceğinden çok daha büyüktü. Somuna benzer magma tümsekleri arasından yassı düzlüklere ayrılıyordu. Sağa doğru yer, çıplak denebilecek kadar boş setler halinde gri bulutlara doğru yükseliyordu. O anda bir kaya sırasının arkasında kalmış olan kaynağın yukarıdan gelen sesini duyabiliyorlardı; her püs kürmede vadiyi uzun, yankılı bir tıslama dolduruyordu.
Manzara giderek rengini kaybediyordu; şekiller suya gömülmüş gibi bulanıklaşmıştı. Uzakta, bulutların Güneş’i örtmesine rağmen, karmaşık biçimlerine, batan Güneş’in ışıklarının vurduğu izlenimi uyandıran kızıl duvarlar — ya da tepeler-gördüler.
Daha yakında, geçidin her iki yanında, uzatılmış balonlara benzeyen, beyzbol sopası biçimli dikey, koyu, dev şekillerden bir dizi vardı. Adamlar aralarından geçerlerken alacakaranlık bu koca sütun gölgeleriyle daha da kararmıştı. Kaptan farları yaktı ve üçlü ışığın dışındaki her yer geceye gömüldü.
Tekerlekler, üzerinde döndükleri posa tabakalarını cam gibi parçalara ayırıyordu. Farların dokunduğu sütunlar cıva parlaklığında ışıldıyordu. Buralarda çamur bitiyordu; yer, tekerleklerin girdikçe su sıçrattığı, oyuklarında gölcükler oluşmuş katı lavın girintili çıkıntılı yapısına bürünmüştü. Adamlar bulutlara karşı, birbirinden kabaca yüz metre uzaklıktaki sütunları birleştiren, örümcek ağı inceliğinde siyah hatlar gördüler. Sonra farların ışığı, altlarındaki kırıkların arasından bir şeylerin çürümüş tutamlarının sarktığı ters dönmüş birçok makinanın üstüne düştü. Yolun diğer yanına geçtiler. Makinalar uzun zaman önce terkedilmiş, baştanbaşa pas tutmuştu.
Hava giderek nemli bir hal alıyordu, sütunlardan hasta edici bir yanık kokusu geliyordu. Kaptan en yakın sütuna doğru yöneldi, kenarları kırılıp çökmüş ve her iki yanında çentiklerle dolu eğik yüzeylerin yeraldığı düzgün bir dilimin üzerinde ilerliyorlardı. Tabanda, simsiyah görünen bir giriş vardı. Bunun da üzerinde silindirik bir duvar yükseliyor, mantarı andıran bir başlıkla gökyüzünü kapatıyordu. Kırışık, şekilsiz bir şeydi bu; sanki inşa eden yarım bırakmıştı.
Dev başlığa vardıklarında Kaptan ayağını gaz pedalından çekti. Girişte yarık vardı, farklar derinlikte kayboluyordu. Geniş ve sığ iki oluk sağa ve sola doğru uıuyor, spiraller çizerek yukarı çıkıyordu. Cip durdu ve yavaşça sağdaki oluğa doğru ilerlemeye başladı.
Karanlığa dalmışlardı. Farların ışığında, oluğun kenarları boyunca sıralı yarı açık direkler bir görünüp bir kayboluyordu. Sonra bunların üzerinde bir şeyler parlamaya başladı; yukarı baktıklarında dizi dizi solgun hayaletler gördüler. Kaptan ışıkların birini arttırarak oraya yöneltti. Işık hücreli, beyaz yaratıkların birinden diğerine atlayarak baştan aşağı taradı. Karanlıktan çıktıklarında, her biri, önce parlıyor, sonra görünmez oluyor, aynı anda binlerce küçük yansıma adamların gözlerini kamaştırıyordu.
“Bu, işe yaramıyor.” Kaptan’ın sesi yankıların arasında farklı çıkmıştı. “Ama, durun bir dakika, fişeklerimiz var!”
Cipten indi, farların ışığında oluğun ağzına doğru eğildi. Bir çınlama ile birlikte bağırdı:
“Buraya değil, yukarı bakın!” Cipe atlamıştı. Hemen hemen aynı anda magnezyum kulak tırmalayıcı bir tıslama ile alev aldı ve bir ışık topu karanlıkta yuvarlandı.
İçinde durdukları oluk, biraz daha yukarıda, kubbesinden köpük köpük hücrelerin sarktığı cam bir kovan gibi, delip geçen bir gümüş tüpü andırırcasına kselen çok dik eğimli şeffaf bir koridor ya da çıkış tüneline açılıyordu. Fişek hücrelerde yayıldıkça, bunların içlerinde, neredeyse kıvılcım saçan kar beyazı kemikler, spatüla organlar ve uzun, oval bir kemik diskinden çıkıp etrafa yayılan kemik yelpazelerinden oluşan iskeletlerin olduğunu gördüler. Ön kısımlarındaki açık toraksların her birinin içinde küçük, ince başka iskeletler yarı yana yaslanmışlardı; dişsiz, küresel kafatasları ile bir kuş ve maymun karışımını akla getiriyorlardı. Bu cam yumurta dizileri sayılamayacak kadar çoktu ve helezonik olarak yukarı yükseliyordu. Hücreler ışığı sürekli yansıttıklarından gerçek şekillerini anlayabilmek olanaksızdı.
Adamlar altı saniye kadar koltuklarına adeta yapışmış, oturdular. Fişek sönmüş olmasına rağmen kemikler karanlıkta san ışık saçmaya devam ediyordu; cipin farlarının açık olduğunu farkettiler. Farların soluk ışığı cam kürelerin altına vuruyordu.
Kaptan cipi, oluğun bir boru halini aldığı çıkış tüneline doğru sürdü ve yan tarafa park etti; böylece frenler tutmasa da cip geriye kaymayacaktı. indiler.
Şeffaf boru çok dik yükseliyordu ama yürüyerek çıkabileceklerdi. Farlardan birini yuvasından söktüler, arkalarında bir kablo sürükleyerek çıkış tüneline girdiler.
Tünel kubbenin içine dönerek giriyordu. Her iki yanda yer alan hücreler, üstünde yürüdükleri içbükey tabanın biraz yukarısındaydı. Yorucu bir işti bu, ama sonradan eğim biraz azaldı. Her hücre, bir diğeriyle bitiştiği noktada yassılaşıyor ve her birinden, yuvarlak, buğulu bir merceğin sıkıca örttüğü hortuma benzer bir parça çıkıp, tünele saplanıyordu. Yürümeye devam ettiler. Arkalarında iskeletlerin iğrenç koridoru uzuyordu. iskeletler farklılaşmaya başlamıştı. Adamlar önce bunu farketmediler, çünkü bitişik olanlar hemen hemen özdeşti. Farklar, ancak, birisi spiralin daha uzaktaki bölümleriyle karşılaştırırsa ortaya çıkabilecek şekildeydi.