Yukarı doğru tırmandıkça toraks delikleri küçülüyordu, diğer organlar için de aynı şey sözkonusuydu; oval kemik diski bunların giderek daha fazla bölümünü zaptediyor gibiydi. Ama bu arada, göğüslerdeki küçük canavarların kafaları büyüyordu; ilerledikçe, kafataslarının ilginç bir şekilde basıklaştığını ve yanlara doğru yayıldığını görüyorlardı.
Tek sıra halinde ilerleyerek bir buçuk dönüş çıkmışlardı ki ani bir sarsıntıyla durduruldular; ışıkla cip arasındaki kablo makaranın sonuna gelmişti. Doktor feneri kullanarak devam etmek istedi, ama Kaptan izin vermedi. Ama çıkış tüneli her üç, üçbuçuk metrede, başka tünellere ayrılıyordu, bu yüzden bu cam labirentte kaybolmak işten bile değildi. Geri döndüler. Yollarının üstündeki birkaç kapağı açmaya çalıştılar, ama mercekler şeffaf konteynerlerin kenarlarıyla tamamen kaynaşmıştı.
Hücrelerin tabanı beyaz, katışıksız bir tozla kaplıydı ve aralardan ince, siyah, ne olduğu anlaşılmayan birtakım işaretler — ya da rakamlar-görünüyordu. En arkadaki Doktor her bir hücrenin önünde durup yeniden baktı, ama iskeletlerin nasıl böyle havadan sarktığını ya da neyle desteklendiğini anlayamadı. Yanlara uzayan koridorlardan birindeki bir kümeyi de incelemek istedi, ama Kaptan acele edince, özellikle de farı taşıyan Kimyager uzaklaşıp onları karanlıkta bırakınca, çaresiz, vazgeçmek zorunda kaldı.
Aceleyle indiler ve cipe vardıklarında derin nefeslerle ciğerlerine hava doldurdular; cam tüneldeki hava bayat ve ağırdı.
“Şimdi gemiye mi dönüyoruz?” diye sordu Kimyager.
“Henüz değil,” diye cevap verdi Kaptan, geniş olukta cipi döndürürken. Meyilli yolda, günün son ışıklarını uzun, alçak bir ekran gibi gösteren girişe doğru yöneldiklerinde farlar karanlığın içinde bir yay çizdi.
Dışarıda, Kaptan, sütunun koni biçimindeki metal dökümlü tabanının çevresinde bir tur atmaya karar verdi. Ama, çevrenin yarısını bile tamamlamamışlardı ki, jilet gibi keskin kenarlı, birbirine geçmiş dikdörtgen bloklar yollarını tıkadı. Kaptan farın birini yukarı kaldırdı.
Kahverengi-siyah bir lav kütlesi sütunun arkasında göğe doğru uzuyordu. Karanlıkta belli olmayan bir yükseklikten inen magma, alanın üzerinde, ilerlemesini sık dizili direkler ve yaklaşmayı engelleyen desteklerin kontrol ettiği yarımay biçimli bir duvar oluşturmuştu. Yapıların bu karmaşık düğümü birbirine bağlı setlerden bir ağ örtüsünü hareketsiz kaya seline doğru adeta bastırmıştı. Metal parmaklıklarda döküntüler bırakarak bariyerin üzerinde parçalanıp düşmüş ve kırıkları siyah cam gibi parlayan birçok büyük, ağır blok vardı. Magmanın şişkin orta bölümü bu kısımdaki setleri birbirinden ayırmış, direkleri eğmiş ve bunları, bağlı oldukları takoz biçimli bloklarla beraber sökmüştü.
Gezegenin doğal güçleri karşısında verilen, bu, yenilgiye mahkûm ama cesur savaşımın fotoğrafı adamlara, oradan yüreklenerek ayrılmalarını sağlayacak kadar tanıdık gelmişti. Cip iki dev sütun arasındaki bir boşluktan geri dönerek, vadiye uzayan biçimsiz caddeye doğru dümdüz ilerledi.
Mısır tarlaları gibi uzun, dikdörtgen arazi yamalarının içinde yetişen kalikslere geldiler; geminin yanındaki açıklıkta yetişenlerin aynıydı bunlar. Gri üst dokularının altından pembe renk veren yılanbitkiler ışığın vurmasıyla, uyanıyor gibi kıpırdamaya çalıştılar, ama hareket denemeyecek kadar cansız bir kıpırtıydı bu; yalnızca, farların ışığı altında on metre ötelerindeki çaresiz bir seğirme dalgası.
Adamlar bir kez daha ve bu kez son sütunun yanında durdular. Girişin önü yığılan parçalardan bir kütleyle kapanmıştı. Fenerleriyle içeriyi görmeye çalıştılar, ama fenerlerin ışığı çok zayıf kaldığından, yine cipin farlarından birini sökerek içeri girdiler.
Karanlık, kimyasal maddelerin erittiği organik madde kokusu gibi ekşi bir kokuyla doluydu. Dizlerine kadar kırık cama batmışlardı. Kimyager bir tel yumağına dolandı. Silkelenip kurtulduğunda, yıkıntıların arasından sarı parçalar göründü. Farı yukarı doğrulttuklarında ise, kubbede, arasından bazıları kırık ve boş hücre kümelerinin sallandığı dipsiz bir yarık gördüler. Her yer kemik parçalarıyla doluydu. Enkazın arasından kendilerine yol açarak cipe geri döndüler.
Bir oyuktaki bir grup gri döküntünün önünden geçtiler. Farların ışığı tepedeki kalkan setlere doğru genişleyen ve yere çengellerle tutturulmuş köşeli payandaların desteklediği bir başka kaya kütlesinin üstüne düşmüştü. Cip beton gibi pürüzsüz bir yüzeyin üstüne geldiğinde sarsılmadan ilerlemeye başladı. Ötede ve biraz yukarıda yollarını tıkayacak bir şeyler gördüler. Kolonlardan oluşmuş arka arkaya iki diziydi bunlar. Kavisli ayak kemerlerinden bir kalabalık, her yandan açık bir bina izlenimi uyandırıyordu. Her yayın kendi kolonundan çıktığı noktanın altında, sanki yapımı ileride tamamlanacak yayların kökleriymiş gibi, yukarıya doğru yaprak şeklinde açılmış eklemsiz şeyler vardı.
Cip diş büyüklüğünde bir dizi basamaktan yukarı çıkarak kolonların arasına daldı. Bunların dikkat çekici bir şekli vardı; geometrik olmaktan çok, botaniktiler, hepsi birbirine benzer görünmelerine karşın tamamen özdeş değildiler; oranlarda küçük değişiklikler vardı, ayrıca nodların yerleri ve kemerlerin birbirine sarıldığı noktalardaki şişkinlikler de farklılık gösteriyordu.
Cip, kolonları, kıpırdayan gölgeleriyle birlikte geride bırakarak taş yüzeyde gürültüsüz ilerledi. Son dizi de kaybolduğunda önlerinde koca bir boşluk ve hafif, belirsiz bir ışık ortaya çıktı. Katı kayanın üstünde çok daha yavaş ilerleyerek, beklenmedik bir koyağın bir metre gerisinde durdular.
Altlarında Dünya’daki eski kaleleri andıran karanlık surlar vardı. Surların tepe noktası adamların ayakta durdukları yerle aynı hizadaydı. Bunların içlerini; dar, dönemeçli sokakları görebiliyorlardı. Sokaklar boyunca giden duvarlar yuvarlak köşeli dörtgen deliklerle doluydu ve gökyüzüne yönelmiş gibi yana eğikti. Uzakta, bir sonraki duvar serisinin arkasında, göremedikleri bir şey, taşları ince, altın bir sisle kaplayan soluk bir ışık veriyordu.
Kaptan farlardan birini en yakındaki geçidin içine doğru yöneltti. Işık yirmibeş, otuz metre kadar ötede, eğik duvarların arasında yükselen, fener direği gibi tek bir kolonu gösterdi. Bunun iki yanından pırıltılı bir su sessizce aşağıya akıyordu. Kolonun etrafında, üçgen tepe kaplamalarının üstünde ırmak kumu vardı ve ışığın ucu, ters çevrilmiş ve bir tarafı açık bir konteyneri aydınlatıyordu. Gece esintisini hem hissedebiliyor, hem işitebiliyorlardı; aşağıdaki sokaklarda betonun üzerinde sürüklenen kuru yapraklar hışırdıyordu.
“Bir yerleşim bölgesi…” dedi Kaptan yavaşça, farı ileriye doğru çevirirken. Gemi pruvaları gibi tepede dışa dönen dikey duvarların çerçevelediği, geçit gibi küçük sokaklar kuyunun küçük karesinden çıkıp etrafa yayılıyordu. Geri dönerek yatay çizen bir duvarın deliklerinden geçen siyah damarlar sönmüş bir yangının izlerini andırıyordu. Işık belirgin köşelerin üzerinde dolaştı, bir mahzen girişinin siyah yarığını geçerek dolambaçlı sokakları izledi.