“Kapat onu!” dedi Doktor.
Kaptan kapattı ve önlerindeki manzaranın değiştiğini ancak karanlıkta farketti.
Daha uzaktaki duvarların üst kısımlarına değen hayal meyal ışık bir tür boru ya da delik siluetlerini belirginleştirerek soluklaşıyor, ışık kümelerine bölündükten sonra, gecede tek bir kıvılcım veya ışıltı kalmayıncaya dek, dışarıdaki merkezinden çıkıp yayılan bir karanlık dalgasına dönüşüyordu.
“Burada olduğumuzu biliyorlar…” dedi Kimyager.
“Belki de,” dedi Doktor. “Ama o halde ışıklar neden yalnızca oradaydı? Ve… nasıl yok olduklarına dikkat ettiniz mi? Merkezden.”
Kaplan cipteki yerini aldı ve diğer iki ışığı söndürdü. Karanlık siyah bir şapka gibi üstlerini örttü. “Oraya ciple gidemeyiz. Ve eğer yaya gidersek, birilerinin ciple birlikte burada kalması gerekecek.”
Birbirlerinin yüzlerini göremiyorlardı ve tek duyabildikleri rüzgardı. Sonra, arkalarında, kolonların yönünden belli belirsiz bir ses geldi; birileri dikkatle yürüyor gibiydi. Kaptan son anda farketti; farı yavaşça sesin geldiği yere döndürdü ve birden açtı.
Görünürde hiçbir şey yoktu.
“Kim olabilir?” diye sordu.
Kimse cevap vermedi.
“O halde bendim,” dedi. Cipi çalıştırdı ve duvarın kıyısı boyunca sürmeye başladı. Kırk, elli metre sonra kayanın içinde aşağıya inen merdivenlerle karşılaştılar. Basamaklar küçük ve alçaktı.
“Ben burada kalacağım,” dedi.
“Ne kadar zamanımız var?” diye sordu Kimyager.
“Saat dokuz. Bir saat içinde burada olun. Yönünüzü bulmakta güçlük çekebilirsiniz, bu yüzden şu andan itibaren tam kırk dakika sonra fişekle işaret vereceğim ve bundan on dakika sonra bir ikincisi ve bundan da beş dakika sonra üçüncüsü gelecek. Işığı aşağıdan görebiliyor olsanız bile yüksek bir yerlere çıkmaya çalışın. Şimdi saatlerimizi ayarlayalım.”
Sessizce, sadece rüzgarı dinleyerek, saatlerini ayarladılar. Hava giderek soğuyordu.
“Atıcıyı almayın, burada onu kullanabileceğimiz yeterli alan yok zaten,” dedi Kaptan. Sesini farkında olmadan alçaltmıştı. “Jektörler yeterli. Ayrıca biz iletişim kurmak istiyoruz ama elbette, her ne pahasına olursa olsun değil. Anlaşıldı mı?” Bunu, başı öne eğik olan Doktor’a söylemişti. Kaptan devam etti, “Gece en uygun zaman değil. Belki de yalnızca ortalığa şöyle bir göz atarsınız. En mantıklısı da bu. Tabiî ki buraya yeniden gelebiliriz. Birbirinizi kaybetmeyin. Arkanızı sürekli kontrol edin ve çıkmazlara girmeyin.”
“Ne kadar bekleyeceksin?” diye sordu Kimyager. Kaptan’ın yüzü farların ışığında solgun görünüyordu. Gülümsedi.
“Ne kadar beklemem gerekirse. Evet, şimdi, yolunuz açık olsun beyler.”
Kimyager ellerini kullanabilmek için jektörü kayışından omzuna astı. Fenerini açtı ve merdivenlere yöneldi. Doktor, çoktan İnmeye başlamıştı. Birden yukarıdan parlak bir ışık yayıldı; Kaptan yollarını aydınlatıyordu. Işığı duvar boyunca izleyerek, her yanı, sanki duvardan çıkıyormuş gibi yarıdan sonrası görünen kolonlarla kuşatılmış büyük bir girişe gelene dek yürüdüler. Üst eşik, yüksek kabartmadan taş tomurcuklarla kaplıydı. Antrenin karanlığından, cipin farları yalnızca yarım daire oluşturabiliyordu. Eşik, üzerinde sayısız ayak tepinmiş gibi aşınmıştı. Yavaşça girdiler. İçerisi anormal bir büyüklükteydi, devler için yapılmıştı adeta ve iç duvarlarda hiç ayırt yoktu; bütün bu yapı sağlam kayaların oyulmasıyla ortaya çıkarılmış gibiydi. Koridor kör, içbükey bir duvarla sınırlanıyordu. Her iki yanda da oyuklardan oluşmuş birer dizi vardı. Her oyuğun tabanı ise sanki diz çökmek için düşünülmüş gibi çukur biçimindeydi. Bunun da yukarısında, duvarda, üçgen şeklinde, sıralanmış birer delik yeralıyordu.
Geri döndüler. Dokuz, on metre kadar ötede, duvarda düzenli aralıklarla yerleştirilmiş acayip, çok yüzeyli şekillerle çevrili bir geçit vardı. Dönüp buraya girdiklerinde arkalarındaki yarım yamalak ışık da söndü. Kimyager etrafını görmeye çalıştı; Kaptan farları söndürmüş, tamamen karanlıkta kalmışlardı.
Kimyager yukarı baktı. Gökyüzünü göremedi ama onun uzaktaki soğuk varlığını hissettiğini düşündü.
Adımları yankılanıyordu. Taş duvarlar sesleri geri gönderiyordu. Tek kelime etmeden her ikisi de sol elleriyle yanlarındaki duvara dokundular. Cam kadar pürüzsüzdü.
Doktor fenerini açtı ve kendilerini bir kuyunun dibine benzer küçük bir açıklıkta buldular. Dar sokak girişleri için bölünen duvarların çift sıra halindeki pencereleri göğe doğru eğimliydi ve bu yüzden aşağıdan görmek zordu. En dar sokakta yukarı çok dik çıkan basamaklar ve bunların da önünde, duvardan duvara uzanan yatay, taş bir kiriş vardı. Buna kum saati biçiminde bir varil asılıydı. Adamlar en geniş sokağı seçtiler. Az sonra, etraflarını saran hava değişmeye başlar gibi oldu. Fenerlerini tepeye tuttuklarında kalbur gibi delik deşik bir kemer gördüler; birileri taşa yüzlerce üçgen biçimli delik açmış gibiydi.
Yürümeye devam ederek yüksek galerilere benzeyen, üstü kapalı ara sokaklardan geçtiler. Biçimsiz kampanalar ve varillerin asıldığı kubbelerle, bitki şeklindeki süslerle kaplı üst eşiklerden sarkan ve rüzgarla uçuşan örümcek ağlarının altından yürüdüler. Çok geniş ama boş hollere içeri girmeden baktılar. Bunların, iri kayalarla tıkanmış büyük yuvarlak deliklerle dolu yarım silindir birer kemer biçiminde tavanları vardı. Sokaklardan çıkıp, eğile büküle kıvrılarak yukarı doğru açı yapan acayip oluklar merdiven izlenimi uyandırıyordu. Ara sıra, ılık bir hava adamların yüzlerine çarpıyordu.
Açıklıktan kırk, elli metre kadar ötede sokak ikiye ayrılıyordu. Sağ tarafı tercih ettiler ve yürüdükçe alçalmaya başladılar. Yolda birçok ağır payanda duruyordu ve bunların da her birinde içi kuru yapraklarla dolu birer oyuk vardı. Yürürken kaldırdıkları toz, fenerlerinin ışığında dönerek yükseliyordu. Her iki yandan çatlamış yeraltı kemerleri dışarıya hayat bir koku sızdırıyordu ve içleri, görünüşte hareketsiz duran anlamsız birtakım şekillerle doluydu. Sokak iyice alçaldıktan sonra yeniden yükseldi ve temiz hava etrafı sardı.
Adamlar başka birçok ara sokak, galeri ve açıklığı geçti ler. Fenerleri hareket ettikçe gölgeler sürü halinde uçuşup kaçışıyor ya da duvardan çıkıp birbirine dayanan kolonların kapattığı girişlerde yere çöküyordu. Ayak seslerinin gürültülü yankısı her yerde onlara eşlik ediyordu.
Arasıra civarda birilerinin varolduğu sezgisine kapılıyorlardı. Birden önlerine çıkan bir duvarla durdular, fenerleri ise sönmüştü. Kalpleri hızla çarpıyordu. Hışırtılı, sürünmeye benzer karışık bir gürültü duydular. Bir yeraltı suyunun çağıltısı gibi, ama yine de acayip bir yankıydı bu. Belki de kayalara oyuk açmış bir kaynaktan küf kokularıyla birlikte gelen bir iniltiydi ama bunun, bir yaratığın sesi mi, yoksa yalnızca, çukur bir bölümde rüzgarın yarattığı gürültü mü olduğunu kestirebilmek mümkün değildi. Etraflarında birtakım şekillerin dolaştığı hissine kapıldılar. Hemen sonra, geçitlerden birinden küçük bir yüzün dışarı baktığını gördüler. Solgun ve karışıktı. Ama oraya gittiklerinde tek buldukları ince bir maden tabakasıydı.
Doktor hiçbir şey söylemedi. Çok iyi biliyordu ki, bu koşullarda, gecenin bu saatinde tam anlamıyla delilik olan bu tehlikeli araştırmaya kendisi yüzünden girişilmişti; çünkü, mürettebatın geri kalanından farklı olarak, iletişim kurulması gerektiği konusunda ısrarla direnen oydu ve bu yüzden, zaman ilerlemiş olmasına rağmen Kaptan riski göze almıştı. Kendi kendine, bir sonraki köşeye ve sokağa varır varmaz geri döneceklerini tekrarladı ama devam ettiler. Her yanı dairesel, mat cam tabakalarından oluşmuş yüksek bir galeriye girdiklerinde, tavana alttan tutturulmuş vagon biçimli balkonlardan bir bitki tohumu önlerine düştü. Eğilip aldılar; ılıktı, sanki biri yeni bırakmıştı.