Выбрать главу

“Hadi gidelim.” Bunu birlikte söylemişlerdi.

Belki de Kaptan’ın işaret fişekleri olmasaydı bu işi şafaktan önce halledemezlerdi. Çağrı ışıkları iki kez sokakları doldurmuş, yönlerini kaybetmemelerini sağlamıştı. Yol üstünde panikle kaçan birkaç yaratıkla daha karşılaştılar ve sürünün geçtiği bir uçurum tabanında cansız yatan, çoktan soğumuş bir gövde gördüler. Tek kelime etmeden devam ettiler. Saat on bire birkaç dakika kala, kendilerini ilk baştaki açıklık ve kuyunun yanında buldular. Doktor’un feneri bunların üzerinde henüz geziniyordu ki, cipin üçlü ışıkları yukarıdan parlamaya başladı.

Doktor ve Kimyager yukarı çıkarken Kaptan basamakların tepesinde bekliyordu. Soluk soluğa cipin basamaklarından birine oturduklarında ışıkları söndürdü ve konuşmalarını bekleyerek karanlıkta birkaç adım attı.

Ona her şeyi anlattıklarında, “İlginç,” dedi, “Böyle bitmesi sevindirici. Bu arada… onlardan bir tane de burada var…”

Ötekiler anlamadılar ama Kaptan arka ışıklardan birini yakınca ne olduklarını bilemeden yerlerinden zıpladılar. Cipten dokuz on metre kadar ötede bir İkicanlı yatıyordu.

Doktor ona bakmaya gitti. Çıplaktı, yarı uzanmıştı, dev gövdesinin üst kısmı yere değmiyordu. Şişmiş göğüs kaslarının arasından soluk mavi bir göz onlara bakıyordu. Adamlar bir kapı aralığından bakıyorlarmış gibi küçük, yassı yüzün sadece bir kısmını görebildiler.

“Buraya nasıl geldi?” diye sordu Doktor yavaşça.

“Sizden az önce aşağıdan çıktı. Son işareti verdiğimde kaçtı ama sonra geri geldi.”

“Geri geldi?”

“Evet.”

Ne yapacaklarını bilemeden onun başında duruyorlardı. Yaratık uzun bir yarıştan çıkmış gibi soluyordu. Doktor ona hafifçe vurmak için çömeldi ama hantal gövde titremeye başladı ve solgun etin üstünde sıvı damlacıkları belirdi.

“Bu… bizden korkuyor,” diye mırıldandı Doktor.

“Hadi onu bırakıp gidelim. Geç oldu,” dedi Kimyager.

Doktor bir an duraksadı. “Hayır. Bekleyin… Oturun bir dakika.”

İkicanlı kıpırdamıyordu.

Kaptan ve Kimyager, Doktor’un yaptığını yapıp yaratığın yanına, yassı taşlı yüzeye oturdular. Arasıra fışkıran kaynağın sesini uzaktan yine duydular, ardından, görünmeyen çalıları kıpırdatan rüzgarı hissettiler. Yerleşim bölgesi karanlıkta hiç görünmüyordu. Sis çizgileri havada geziniyordu. Hareketsiz duran cipin dış hatları farın parlaklığında belirginleşmişti. On dakika kadar böyle oturduktan sonra sabırsızlanmaya başladılar, ama birden, küçük baş dışarı çıkıp onlara baktı. Kimyager’in beceriksizce bir kıpırdanmasıyla da yeniden kastan torbasına girdi.

En sonunda, neredeyse yarım saatlik bir beklemenin ardından dev yaratık kalktı. İki metre boyundaydı ama, öne bükülmemiş olsa mutlaka çok daha uzun olacaktı. Hareket ettiğinde vücudunun alt yarısı, bilinçli bir şekilde, biçimsiz gövde tabanından ayak uzatıp geri çeker gibi oluyordu, ama bu, sadece, uzuvlarının çevresinde şişip kasılan bir adale kütlesiydi.

İkisi de Doktor’un bunu nasıl yaptığını anlayamamıştı — sonradan kendisi de nasıl olduğunu bilmediğini söyledi-ama birçok hafif dokunuş ve yumuşak vuruştan sonra etten yuvadan tamamen çıkan İkicanlı, minik eliyle, Doktor’un onu cipe götürmesine izin verdi. Baş ise, öne doğru bükülerek farın ışığında birarada dururlarken onlara kuşkuyla baktı.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Kimyager. “Herhalde burada konuşmaya çalışmayacaksın?”

“Onu beraberimizde götüreceğiz,” dedi Doktor. “Senin aklın başında mı?”

“İyi fikir,” dedi Kaptan. “Ama yarım ton vardır bu!”

“Cip bundan fazlasını da taşıyabilir.”

“Üçümüzü ekle. Burgu milleri kırılabilir.”

“Öyleyse yapılacak bir şey yok, bırakalım gitsin,” dedi Doktor. Ve İkicanlıyı basamaklara doğru çekti.

O anda koca yaratık kıvrıldı, derisi yanardöner damlacıklarla kaplandı.

“Ne? Ben… Hayır, ben sadece şaka yapıyordum,” dedi Doktor kekeleyerek. Yaratığın tepkisi ilgilerini çekmişti. Doktor onu sakinleştirmeyi başardı.

Yeni yolcuya yer bulmak kolay olmayacaktı. Kaptan lastiklerdeki havanın hemen hemen tamamını boşalttı, böylece cip, kayalara değecek kadar alçaldı. İki arka koltuğu söküp, onları bagaj kafesine kayışlarla tutturdu. Bu arada atıcı da kütlenin tepesine bağlanmıştı. Ama İkicanlı araca binmek konusunda isteksizdi. Doktor onu arkasından hafifçe itti, onunla konuştu, hattâ önce kendisi içeri girip oturdu. Eğer saat on biri geçiyor olmasaydı ve karanlıkta, engebeli arazide, büyük bölümü yokuş olan altmış millik yol katedip geri dönmek zorunda olmasalardı, bunun çok komik bir manzara olduğu söylenebilirdi. Sonunda Doktor’un sabrı taştı. Küçük vücuttan sarkan kolların birini yakalayıp bağırdı:

“Arkasından itin şunu!”

Kimyager tereddüt etti, ama Kaptan koca hörgüce yüklendi. İkicanlı önce sızlandı, ancak sonra dengesini kaybetti ve kendisini cipte buldu. Şimdi her şey daha hızlı hallediliyordu. Kaptan lastikleri şişirdikten sonra, biraz yana yatması dışında, cipin çalışması sorun yaratmadı. Doktor yeni yolcunun önündeki koltuğa otururken, bu samimiyetten fazlasıyla rahatsız olan Kimyager, Kaptan’ın arkasında ayakta durmayı tercih etti.

Kolon sıralarını geçerek sopa biçimli cisimlerin caddesine geldiler. Cip düz arazide hızını almıştı ama geçitteki magma bayıra tırmanırken yavaşladı. On dakika kadar son ra balçık tepelerine ve içlerinde korkunç olayların yaşandığı kare kuyulara geldiler.

Uzun süre kalın, gevşek balçıkta ilerledikten sonra, gelirken kendilerinin bıraktığı tekerlek izlerine vardılar ve vadiye doğru bunları takip etmeye başladılar.

Tekerlekleriyle sürekli çamur sıçratan cip balçık tepelerin arasından geçiyordu. Bulanık bir ışık, karanlıkta büyüyerek onlara doğru gelmeye başladı. Bunun üç ayrı ışık olduğunu sonradan farkettiler. Ama Kaptan bunun bir yansıma olduğunu bilerek hızı ayarladı. İkicanlı huzursuzluk belirtileri göstermeye başlamıştı; kıpırdandı, homurdandı, hatta vücudunun ağırlık merkezini sola kaydırarak cipin dengesini tehlikeye bile soktu. Doktor sesiyle onu sakinleştirmeye çalıştı, ama pek başarılı olamadı bu kez. Arkasına baktığında İkicanlının, üstü yuvarlak, konik bir tepe şeklini aldığını gördü. Yaratık küçük vücudunu içine almış nefesini tutuyor gibiydi. Ve ancak, ısıdaki ani dalgalanmaların oluşması ve kendi yansımalarının da ortadan kalkması tehlikeli bölgeyi geçtikleri haberini verince rahatladı; artık kıpırdamıyordu, hatta bu gece yolculuğundan hoşlanmaya başlamışa benziyordu.

Cip uçurum eğimli bir hayırdan tırmanmaya başladı. Büyük kayaların üstünde hantal hantal ilerledikçe alçalıp yükseliyor, sağa sola yalpa vuruyordu. Zorlanan motor vınlamaya başlamıştı. Bir iki kez geriye kaydılar, tekerlekler gevşek toprakta boşa dönüyordu. Kaptan direksiyonu sert bir hareketle çevirdi ve durdular. Ardından cipi döndürdü ve tedbir olarak, hayırdan aşağı, vadiye doğru çapraz ilerlemeye başladılar.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Kimyager. Sinirliydi. Gece havasının ani esintileri su damlacıklarını yağmur gibi üzerlerine serpiyordu.

“Başka bir yolu deneyeceğiz,” dedi Kaptan.

Durup, farlardan birini kullanarak yukarı baktılar, ama görülecek bir şey olmadığından kafalarından rastgele bir yön çizip tekrar denemeye giriştiler. Eğim az sonra, ilk seferdeki gibi arttı ama burada toprak kuru olduğundan, ilerleyebildiler. Kaptan pusulayı kuzeyde sabitleştirmeye çalışıyordu ama cipin kasası arka tekerleklere vuruyor ve onu batıya gitmeye zorluyordu. Bu da, ağaçlıktan geçecekleri anlamına geliyordu. Hatırlayabildiği kadarıyla, ulaşmaya çalıştıkları platonun kıyı kesimlerinin çoğu ağaçlıktı. Ama yapılabilecek bir şey yoktu. Farlar, kasvetli alanın içinde uçuşan bir dizi beyaz figürün üstüne düştü; sonradan, bunun yalnızca sis olduğunu gördüler. Buğu damlalar rüzgar-kırandan ve koltuk iskeletlerinin metal borularından aşağı süzülüyordu. Soğuk sis yoğunlaştı, ardından inceldi ama hâlâ nereye gittikleri hakkında hiçbirinin bir fikri yoktu. Kaptan’ın ise tek düşündüğü yukarı ulaşmaktı.