Выбрать главу

Birdenbire sis dağıldı ve belirginleşen far ışıkları bayırın tepesini gösterdi. Yukarıdaki siyah gökyüzü yıldızlarla doluydu. Herkes kendini daha iyi hissetmeye başladı.

“Yolcumuz nasıl?” diye sordu Kaptan arkasına dönmeden.

“Gayet iyi. Uyuyor gibi görünüyor,” dedi Doktor.

Az sonra hayır dikleşti; cipin ağırlık merkezinin arkaya kayması ön tekerleklerin idaresini olanaksızlaştırıyordu. Birkaç metre yana kaydılar. Sonra Doktor bir öneride bulundu, “Belki ben önde, farların arasındaki tampona otursam daha iyi olacak.”

“Henüz değil,” dedi Kaptan. Tekerleklerden biraz hava boşalttı. Böylece biraz batan cip toprağa daha iyi tutundu.

Zengin bileşimli geniş bir toprak sahayı geçtiler. Karışık çalılıklara yaklaştıkça, üzerleri, tepeden sarkan siyah dev bir fırçayla örtüldü. Burayı geçmek olanaksızdı ama daha uygun bir yer bulmak için de geri dönemediler. Yukarıya doğru bir süre devam ettikten sonra iki metre yüksekliğinde bir duvarın yollarını kesmesiyle durdular. Farlar ipliksi köklerle dolu sarı bir çamuru gösteriyordu. Kimyager bir küfür savurdu.

Kaptan indi, bir kürekle çamuru kazmaya ve çıkardığı toprağı cipin arka tekerleklerinin altına yığmaya başladı. Kimyager de yardımına gitti. Doktor, duyduğu hışırtı ve çıtırtılardan onların çalılıklara doğru çalıştıklarını anlıyordu. Kaptan’ın fenerinin ışığı zayıfladı, tamamen yok oldu ve bir başka yönden tekrar belirdi.

“Ne lanet iş bu!” diye homurdandı Kimyager. “Bu riskli!”

“Risk olup olmadığını bilemeyecek kadar yabancıyız buraya,” diye cevap verdi Kaptan. Sesini yükselterek Doktor’a doğru bağırdı. “Küçük bir toprak kayması oluşturacağız. Bu, yolu biraz açacak. Yolcumuzun korkmamasına çalış!”

“Tamam!” diye bağırdı Doktor. Koltuğunda dönerek, yüzünü, kıvrılmış sakin oturan İkicanlıya çevirdi.

Az sonra, yer değiştiren çamurun sesi g’eldi ve parçalar bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. Birkaç öbek cipe çarptıktan sonra, toprak kayması durdu, ama parçacıklar hâlâ duvardan aşağı damla damla gelmeye devam ediyordu. Doktor yaratığı kontrol etti; tepki vermiyordu. Şimdi cipin önünde, çamur yığınının içinde geniş, huni gibi bir gedik vardı. Kaptan burada küreğiyle kan ter içinde çalışıyordu.

Bagajdan çekme halatını, makarayı ve kancayı alıp halatın bir ucunu cipe, diğer ucunu da gediğin öbür tarafına, çalılığa sabitlediklerinde saat on ikiyi geçiyordu. Doktor ve Kimyager dışarı çıktılar, Kaptan ise tüm tekerlek motorlarını ve ön vinci çalıştırdı. Araç öne doğru küçük mesafelerle ve aralıklı olarak ilerlemeye başladı. Gediğin biraz daha büyük olması gerekiyordu ama yarım saat sonra cip platoya çıkmış, kuru ve kolayca kırılıveren çalıların arasında gürültülü bir şekilde yürüyordu. Sonraki bir saat içinde de pek ilerleme kaydedemediler; ancak bitkiler sona erdiğinde hızlanabildiler.

“Yolu yarıladık!” diye bağırdı Kimyager, Doktor’a. Kaptan’ın omuzlarının üzerinden odometreye bakıyordu. Kaptan ise öyle düşünmüyordu; bayırda yolu uzatmak zorunda kalmışlardı çünkü. Eğilmiş, yüzü rüzgarkırana yakın, gözleri önlerindeki açıklıktaydı. Tekerlekleri, kopuk kaya parçalarından ve oluklardan uzak tutmaya çalışıyordu. Cipin sarsılıp hamle yapmasıyla arkadaki benzin tenekesi takırdıyor, arasıra sıçrayıp düşmesiyle de amortisörler tıslıyordu. Ama görüş netliği fena değildi ve uzun mesafede, karşılaşacakları bir sürpriz yoktu. Far ışıklarının gri bir sis halinde bittiği yerde bir şey parladı; bir direkti bu, sonra bir diğeri derken, bunlardan oluşan bir sırayı geçmeye başladılar. Doktor, başını yukarı kaldırıp direklerin tepe noktalarında hava titreşimi yapan kolonların olup olmadığını görmeye çalıştı, ama çok karanlıktı. Yıldızlar hafif hafif pırıldıyordu. Arkasındaki dev yaratık sessizdi. Yalnız bir kez, sanki aynı şekilde oturmaktan yorulmuş gibi, biraz kıpırdanıp yer değiştirdi. Daha rahat etmeye çalışıyordu. Bu, insana oldukça benzer davranış, Doktor’a çok dokundu.

Şimdi, uzunlamasına sırtı olan bir platonun üstündeki olukları geçerek aşağı iniyorlardı. Farlar dil biçimli bir kireçtaşı çıkıntısının ötesinde, daha fazla oluk olduğunu gösterince Kaptan yavaşladı; sol taraftan gelen bir vızıltı, artarak yankılı bir gümbürtüye dönüştü. Koca bir nesne, farların ışığında parıldayarak önlerinden geçti ve kayboldu. Frenler feci bir cıyaklama çıkardı ve öne fırlatılan adamlar yüzlerinde sıcak, acı bir hava dalgası hissettiler. Yeni bir vızıltının duyulmasıyla Kaptan farları söndürdü. Karanlıkta, birkaç metre ötelerinde, her birini çevreleyen helezonik disklerin oluşturduğu bulanıklığın içinde fosforışıl vagonlar birbiri ardına uçuyordu. Hepsi aynı eğik manevrayı ya parak dönerken, adamlar onları saymaya çalıştılar. On beşincisi, sonuncu gibi görünüyordu. Yeniden hareket ettiler.

“İşte bu, daha önce görmediğimiz bir şeydi,” dedi Doktor.

Ama hemen ardından duydukları farklı, bu kez çok daha yavaş ve sanki yerden geliyormuş gibi bir gürültüyle birlikte Kaptan çabucak cipi çevirerek geri dönmeye başladı. Tekerlekler kireç taşı döküntülerini eziyordu. Durdular. Bir şekil karanlıkta büyük bir gürleıneyle önlerinden öyle bir geçti ki ağaçların üzerindeki yıldızlar görünmez oldu. Yer sarsılıyordu. Bunu, ağır bir topaç gibi, bir ikincisi ve üçüncüsü izledi. Görünürde vagon falan yoktu, yalnızca kor haline gelmiş gibi merkezcil ışınlar halinde, dişliye benzer birer siluet her birinin gittiği yönün tersine doğru yavaşça ilerlemişti.

Yeniden sessizlik oldu. Uzaktan hafif bir homurtu duyuldu.

“Bunlar çok büyüktü, gördünüz mü?!” dedi Kimyager.

Kaptan farları açıp, frenden ayağını çekmeden önce epeyce bekledi. Yokuş aşağı inen cip, hızını tekrar toparladı. Aslında oluklara paralel gitmeleri daha kolay olacaktı, çünkü toprak orada daha düzdü, ama Kaptan bu riski göze almamayı tercih etti; bu bulanık canavarlardan biri arkalarından onlara yetişebilirdi. Direksiyonu büyük bir dikkatle idare ederek doğu yönünde devam etti. Elbette, karşılaştıkları disklerden birinin rotayı değiştirip geri dönmesi de mümkündü. Hiçbir şey söylemedi ama huzursuzdu.

Parlak bir kuşak biraz ötede yanıp söndüğünde saat ikiyi geçiyordu. Diskleri gelip geçerken kılını kıpırdatmayan İki-canlı, şimdi etrafına bakmıyordu. Ama cip aynaya benzer şeride ulaştığında, aniden hırıldamaya ve inlemeye başladı. Bu arada sanki aşağıya atlamaya hazırlanıyormuş gibi yana doğru kaymıştı.

“Dur! Dur!” diye bağırdı Doktor. Kaptan, kuşaktan bir metre uzakta durdu.

“Neler oluyor?”

“Kaçmak istiyor!”

“Neden?”

“Bilmiyorum. Belki de şu kuşak yüzünden. Farları söndür!”

Kaptan, Doktor’un dediğini yaptı. Karanlık çöktüğü anda İkicanlı külçe gibi, koltuğuna gömüldü. Kuşağı, farlar sönük bir durumda geçtiler. Yıldızların görüntüsü bir an için cipin iki yanında yansıdı.