Выбрать главу

Açıklığa çıkmışlardı. Cip, bütün karoseri sarsılarak hızla ilerlerken farlar geceyi yarıyordu. Küçük kum ve taş taneleri arkalarından fırlıyor, soğuk rüzgar yüzlerine tokat gibi çarpıyordu. Kimyager biraz daha eğilerek başını rüzgârkıranın hizasına getirdi. Geminin her an karşılarına çıkabileceği umuduyla, giderek artan bir hızla ilerliyorlardı.

Geminin kanatlarından birine asılmasını önceden kararlaştırdıkları sinyal lambasının ışığını aradılar. Dakikalar geçmesine rağmen görünürde ışık yoktu. Dönüp kuzeydoğuya yöneldiler ama karanlık hâla etraflarını sarıyordu. Şimdi yalnızca kısa farları açık gidiyorlardı, sonra Kaptan, bir şeylere çarpma tehlikesine rağmen, onları da söndürdü. Bir noktada bir kıvılcım görüp ona doğru mümkün olduğu kadar hızla ilerlemeye başladılar ama bunun sadece bir yıldız olduğunu neden sonra farkettiler.

Kimyager, cesaretini toplayıp, “Belki de sinyal lambası kırılmıştır,” diyebildi.

Kimse cevap vermedi, üç mil daha gidip yine geri döndüler. Doktor ayağa kalkıp uzanarak karanlıkta bir şeyler görmeye uğraştı. Tam bu sırada cip önce önden sonra arkadan sekerek sıçradı: bir hendeği geçmişlerdi.

“Sola yüklenin,” dedi Doktor.

Yarım metre derinliğinde ikinci bir hendeği geçtiler. Soluk bir ışıltı ve ona doğru yükselen uzun, eğik bir gölge be lirdi. Tepe kısmı arasıra, yanıp sönen bir ışıkla sarılıyordu. Işık yok oldu ama cip ona doğru hızlandı, yeniden ortaya çıktığında ise geminin kıç tarafını ve üç figürü aydınlattı. Kaptan farları yaktı ve figürler kollarını sallayarak onlara doğru koştular.

Geminin yanındaydılar. Öyle bir açıdan yaklaşmışlardı ki kıç taraf, sinyal levhasını gizlemişti.

“Siz misiniz?! Hepiniz burada mısınız?!” diye bağırdı Mühendis. Cipe doğru koşmaya başlamıştı ki, dördüncü, başsız şekli görür görmez olduğu yere saplanıp kaldı.

Kaptan bir koluyla Mühendis’e, diğeriyle Fizikçi’ye sarıldı; onların desteğine ihtiyaç duyuyor gibiydi. Doktor, rahat durmayan İkicanlıya sakin sakin bir şeyler söylemeye çalışırken, beş adam yan farlardan birinin yanında toplanmışlardı.

“Biz iyiyiz,” dedi Kimyager. “Ya siz?”

“Hâlâ tek parça halindeyiz,” diye cevap verdi Sibernetikçi.

Adamlar bir süre sessizce birbirlerine baktılar.

“Neler olduğunu konuşacak mıyız, yoksa uyuyacak mıyız?” diye sordu Kimyager.

“Demek uyuyabileceksin ha? İşte bu çok güzel,” diye haykırdı Fizikçi. “Uyu o halde! Tanrım! Buradaydılar, bunu biliyor musun sen?”

“Bunu bekliyordum,” dedi Kaptan. “Bir… çatışma oldu mu?”

“Hayır. Ya sizde?”

“Hayır, bizde de olmadı. Sanırım gemiyi bulmaları, bizim keşfedeceğimiz herhangi bir şeyden daha önemliydi onlar için.”

“Bunu nasıl yakaladınız?”

“Aslında… O bizi yakaladı. Daha doğrusu kendi isteğiyle geldi. Ama bu çok uzun ve karışık bir hikâye. Bizim de tam anladığımız söylenemez.”

“Bizim için de aynı şey sözkonusu,” dedi Sibernetikçi. “Sizin gidişinizden yaklaşık bir saat sonra ortaya çıktılar! Ben… sonumuzun geldiğini düşündüm…”

“Açlıktan ölmek üzere olmalısınız,” dedi Mühendis.

“Bak bunu tamamen unutmuştum. Doktor!” diye bağırdı Kaptan. “Gel buraya!”

“Toplantı mı yapıyoruz?” dedi Doktor. Cipten inip yanlarına gelirken gözleri hâlâ, tam o anda, kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle cipten adayan İkicanlıdaydı. Yaratık onlara doğru güç bela ilerlemeye çalışıyordu ama ışığın oluşturduğu halkanın kenarına gelince hareketsiz, durdu. Hepsi sessizce onu izlerken, kasları aralanıp bir yarık oluşturdu; ışıkların ortalığa yayılan aydınlığında bir baş ve kendilerine dikkatle bakan mavi bir göz gördüler.

“Demek buraya geldiler? Ee, sonra?” diye sordu Doktor. O anda İkicanlıya bakmayan tek oydu.

“Evet. Bizim bindiğimizin aynı, yirmi beş disk… Ve çok daha büyük, bulanık topaçlara benzeyen dört makina…”

“Biz onları da gördük!” dedi Kimyager.

“Ne zaman? Nerede?”

“Bir saat kadar önce, dönüş yolunda… Az daha burun buruna geliyorduk. Burada ne yaptılar?”

“Pek bir şey yaptıkları söylenemez,” diye cevap verdi Mühendis. “Sıra halinde geldiler, hangi yönden geldiklerini bilmiyoruz — o arada gemideydik ve beş dakikadan fazla kalmadık-ama yukarı çıktığımızda üzerimizde daireler çiziyorlardı. Yaklaşmadılar. Bunun, keşif uçuşuna çıkmış bir tür gözcü birliği olduğuna karar verdik ve atıcıyı geminin yanına yerleştirip bekledik Ama onlar, aynı mesafeyi koruyarak daireler çizmeye devam ettiler. Ne yaklaşıyor, ne uzaklaşıyorlardı. Bu, aşağı yukarı bir buçuk saat sürdü. Sonra daha büyükler ortaya çıktı, yani topaçlar — hele bir tanesi otuz metre yüksekliğindeydi! Bunlar çok daha yavaş hareket ediyorlardı. Öyle görünüyor ki, topaçlar yalnızca, ötekilerin kazdığı oluklardan gidebiliyorlar. Neyse… diskler bunlara dairelerinde yer açtılar ve büyüklerle küçükler yer değiştirdiler. Fırıldak gibi dönerlerken iki tanesi az daha çarpışıyordu; kenarları korkunç bir sesle birbirine sürtündü, ama bir şey olmadı ve dönmeye devam ettiler.”

“Peki, siz ne yaptınız?”

“Atıcının yanında ter döküyorduk. Hiç de hoş bir şey olmadığını söyleyebilirim.”

“Eminim değildir,” dedi Doktor, ciddi bir sesle. “Sonra ne oldu?”

“Önce her an saldırabileceklerini düşündüm. Sonra da sadece bizi gözlediklerini. Ama yapıları çok acayipti ve gerçekten hiç durmadılar; disklerin yer değiştirmeden dönebildiklerini biliyoruz… Neyse, saat yediyi geçtikten sonra Fizikçi’ye sinyal lambasını almasını söyledim, çünkü sizin için onu dışarı asmamız gerekiyordu, o olmadan bu uçan duvarı geçemezdiniz — ve sonra kafama dank etti: bu kasıtlı yapılıyordu, etrafımızı çeviriyorlardı! Bu yüzden, elimizde imkân varken iletişim kurmaya çalışmamızın daha iyi olacağını düşündüm. Atıcının arkasında oturmaya devam ederek sinyal yakmaya başladık, önce iki, sonra üç, sonra dört.”

“Seri mi yaptınız?” diye sordu Doktor. Mühendis, kendisiyle dalga geçip geçmediğini anlayacak durumda değildi.

“Normal bir aritmetik dizi,” dedi sonunda.

“Ee, ne yaptılar?” diye sordu, onları dikkatle dinleyen Kimyager.

“Aslında, hiçbir şey…”

“Ne demek, ’aslında’?”

“Bütün bu süre boyunca farklı tepkiler gösterdiler; flaştan önce, flaş sırasında ve flaştan sonra. Ama bunlardan hiçbiri, karşılık verme ya da iletişim kurma girişimine benzemiyordu.”

“Ne yaptılar?”

“Kendi etraflarında dönüşlerini hızlandırdılar, yavaşlattılar, birbirlerine yaklaştılar, vagonların içinde hareket vardı.”

“Topaçların — yani büyük makinelerin-vagonları var mıydı?”

“Sen onları gördüğünüzü söylemedin mi?”

“Ama karanlıktı.”

“Vagonları yok. Merkezlerinde hiçbir şey yok. Boş bir alan. Ama dairenin çevresinde hareket eden, daha doğrusu süzülen, bir tür büyük konteyner var. Dışı dışbükey, içi içbükey ve duruma göre farklı konumlara giriyor, bir dizi boynuzu var, komik şişkinlikler bunlar ve görebildiğim kadarıyla hiçbir işe yaramıyor. Topaçlar da arasıra daireden ayrılıp disklerle yer değiştirdiler.”

“Ne sıklıkta oldu bu?”

“Farklı aralıklarla oldu. Kesin olarak belirleyemedik Elbette bu denemediğimiz anlamına gelmiyor. Her şeyi not aldım, onlardan gelebilecek bir tür cevap ya da tepkiyi bekleyerek. Karmaşık manevralar yapıyorlardı. Örneğin, ikinci saate girdiğimizde topaçlar yavaşladı ve her birinin önüne birer disk geçti, sonra bunlar, arkalarında topaçlarla, bize doğru yavaşça harekete geçtiler. Ama onbeş metreden fazla yaklaşmadılar. Sonra yeniden daireler çizmeye başladılar, ama bu kez iki tane: dört topaç ve dört diskten oluşan bir iç daire ve geri kalan disklerle de bir dış daire. Sizin buradan geçebilmeniz için ne yapabileceğimi düşünmeye başlamıştım ki; şu işe bak, tek sıra olup önce spiral çizdiler, sonra güneye doğru çekip gittiler.”