Выбрать главу

“Bu ne zaman oldu?”

“On biri birkaç dakika geçiyordu.”

“Bu, bizim karşılaştıklarımızın büyük olasılıkla diğerleri olduğunu gösteriyor,” dedi Kimyager Kaptan’a.

“Hayır, kesin olarak değil. Yol üstünde durmuş olabilirler.”

“Şimdi bize neler olduğunu anlatın,” dedi Fizikçi.

“Bunu Doktor’dan dinleyelim,” dedi Kaptan.

Doktor bütün geziyi birkaç dakika içinde özetledi. “Çok ilginç ama burada bulduğumuz her şey Dünya’dan bir şeyleri hatırlatıyor,” diye sonuçlandırdı, “Ama sadece kısmen. Uymayan bazı şeyler her zaman var. Kullandıkları şu araçlar, örneğin burada savaş makineleri gibi gözüktüler. Keşif kolu muydu, kuşatma mıydı? Sonuçta hiçbir şey olmadı ve karanlıkta bizi bırakıp gittiler. Şu çamur kuyular — korkunçtu, elbette, ama gerçekte ne bunlar? Mezar mı? Bilmiyoruz. Sonra şu yerleşim merkezi ya da her neyse. İnanılmaz bir yer, kâbus gibi. Ya odalardaki iskeletler? Müze miydi? Mezbaha mıydı? Tapınak mıydı? Yoksa biyolojik numune üreten fabrika mı? Ya da hapishane mi? Her şey mümkün, hattâ bir toplama kampı olması bile!”

“Ayrıca kimse bizi durdurmadı ya da bizimle iletişim kurmayı denemedi. Bütün bunların içinde en akıl ermez şeyin de bu olduğu kesin. Şüphesiz gezegenin uygarlığı çok ileri düzeyde. Gerek mimari, gerekse gördüğümüz kubbelerin konstrüksiyonu bakımından — ve yine, bununla birlikte, taş yerleşim alanı, adeta bir ortaçağ kalesiydi-farklı uygarlık düzeylerinin akıl almaz bir karışımı! Sinyal sistemleri çok gelişmiş olmalı, oraya varışımızdan sonra, bir dakikadan daha az bir süre içinde ışıkları söndürdüler ve çok hızlı gitmemize rağmen yol boyunca kimseyi görmedik. Ve şüphesiz ki zekâ düzeyleri de oldukça yüksek ama üzerimize çullanan kalabalık paniğe kapılmış bir koyun sürüsünden farksızdı. Bir kaostu, bütünüyle anlamsız, çılgınca! Başından beri her şeyde olduğu gibi.

“Öldürdüğümüzün bedeni bir tür yaldızla kaplıydı, oysa diğerleri çıplaktı. Kuyudaki cesedin karnında bir tüp ve bir de gözü vardı, tıpkı şu an baktığımızdaki gibi, oysa diğer cesetlerin gözleri yoktu… Buraya getirdiğimiz İkicanlının bile bize pek yararı dokunmayacağını düşünmeye başlıyorum. Tabiî ki onunla iletişim kurmaya çalışacağız, ama, açık konuşmak gerekirse, ben pek umutlu değilim…”

Sibernetikçi: “Şu ana kadar topladığımız bütün bilgilerin bir dökümünü yapıp sınıflandırmalıyız, yoksa işin içinden çıkamayız. Doktor belki de haklı ama… Şu iskeletler, kesin olarak iskelet olduklarını söyleyebilir misiniz? Ve etrafınızı çevirip sonra kaçan İkicanlı sürüsünün…”

“İskeletleri, seni gördüğüm kadar net ve açık bir şekilde gördüm. Sürüye gelince…” Kollarını iki yana açtı.

“Tam anlamıyla delilikti,” diye lafı yerleştirdi Kimyager.

“Belki de onları uyandırdınız ve ne olduklarını bilemediler. Dünya’da bir otel düşünsenize, şu dönen disklerden biri birdenbire ortaya çıkıyor. Elbette insanlar paniğe kapılacaklar!”

Kimyager başını sağa sola salladı ve Doktor gülümsedi.

“Sen orada değildin, bu yüzden sana anlatmak biraz zor. Panikten söz ediyorsun… Düşün ki, senin şu otel müşterileri sağa sola kaçıp sallanırken, çırılçıplak bir tanesi de diskin arkasından koşup, binip binemeyeceğini soruyor.”

“Ama o size sormadı ki…”

“Sormadı mı? Peki, ben geri dönmesi için onu itelerken ne oldu?”

“Beyler, saat dörde çeyrek var,” dedi Kaptan, “Ve yarın — bugün demeliydim-her an yeni bir ziyaretle karşılaşabiliriz. Doğrusu hiçbir şey beni şaşırtmaz! Gemide ne yaptınız?” bunu Mühendis’e sormuştu.

“Çok az, atıcının yanında dört saat oturduk çünkü! Mikrobeyinlerden biri kontrol edildi, kumanda da hemen hemen çalışıyor. Sibernetikçi detayları verebilir. Ne yazık ki tam bir karışıklık söz konusu.”

“On altı tane niyobyum-tantal diyoduna ihtiyacım var,” dedi Sibernetikçi. “Cryotronlar kullanılabilir durumda ama diyodlar olmadan beyine hiçbir şey yapamam.”

“Başka parçaları biraraya getirerek bir şeyler yapamaz mısın?”

“Bunu yaptım, yedi yüzün üstünde farklı parça kullandım.”

“Başka yok mu?”

“Belki Savunucu’da — ona ulaşamadım. Çok dipte kalıyor.”

“Beyler, bütün gece burada mı duracağız?”

“Haklısın, gidelim. Ama durun — İkicanlıyı ne yapacağız?”

“Ya cipi?”

“Bu hoşunuza gitmeyecek beyler, ama şu andan itibaren yirmi dört saat nöbet tutmalıyız!” dedi Kaptan. “Zaten bunu daha önce yapmamamız delilik Gün ağarana kadar, ilk iki saat için kim gönüllü?”

“Ben,” dedi Doktor.

“Sen? Gülünç olma. Bizden birileri yapmalı,” dedi Mühendis. “Sonuçta burada oturup duran bizdik.”

“Ben de cipte oturuyordum. Sizden daha yorgun değilim.”

“Bu kadar yeter. ilk Mühendis, sonra Doktor,” diye karar verdi Kaptan. Gerindi, uyuşmuş ellerini ovuşturdu, kalkıp cipin yanına gitti. Işıkları kapattı ve direksiyonu tuttuğu sağ eliyle cipi geminin gövdesinin altına sürdü.

“Ya İkicanlı?” Sibernetikçi boylu boyunca uzanan yaratığın başında duruyordu.

“O burada kalacak. Uyuyor. Kaçacak olsaydı başta buraya gelmezdi,” diye düşüncesini söyledi Fizikçi.

“Onu böyle bırakamayız. Bir yolunu bulup korumalıyız,” dedi Kimyager.

Ama diğerleri birer birer tünele girmeye başlamışlardı bile. Etrafına bakındı. Sonra omuz siİkip arkalarından gitti. Bu arada Mühendis atıcının yanına bir hava yastığı koyup oturmuştu. Ama uyuyakalmaktan korktuğu için ayağa kal kıp bir ileri bir geri yürümeye başladı.

Toprak, botlarının altında hafifçe çıtırdıyordu. Doğudan ilk gri ışık belirmişti, yıldızlar birer birer kayboldular. Soğuk ve taze hava ciğerlerini doldurdu. Gezegene ilk ayak bastıklarında duyduğu esrarengiz kokuyu ayırdetmeye çalıştı ama yapamadı. Yanında yatan yaratığın sırtı ritmik bir biçimde yükselip alçalıyordu. Birden göğsünden uzun, ince uzuvları çıktı ve Mühendis’i bacağından yakaladı. Kurtulmaya çabaladı, tökezledi, neredeyse yere kapaklanıyordu — ve gözlerini açtı. Ayakta uyumuş, üstüne üstlük bir de düş görmüştü. Şimdi ortalık daha aydınlıktı. Doğuda sirius bulutları uzun, eğik bir çizgi oluşturuyor, çizginin sonu, gökyüzünün griden maviye dönüşmesiyle birlikte kızarıyordu. Son yıldız da kayboldu.

Mühendis yüzünü ufka döndü. Bulutlar koyu griden altın bronza dönüşmüştü; kenar hatları alev almıştı sanki; güllerden bir yol uzanıyordu ufakta şimdi. Bu, Dünya olabilirdi.

Üzüntü ve umutsuzlukla doldu içi.

“Benim sıram!” Güçlü bir ses çınladı arkasında. Mühendis yerinden sıçradı. Doktor ona gülümsüyordu. Mühendis birden ona teşekkür etmek istedi, bir şeyler söylemek, ne olduğunu bilmiyordu — yalnızca çok önemli bir şeyler-ama kelimeleri bulamadı. Kafasını salladı, gülümsemeye bir gülümsemeyle karşılık verdi ve karanlık tünele girdi.