Выбрать главу

“Onu ilkyardım odasına koydum,” dedi, “Orada cam veya ona benzer kesici bir nesne yok. Ama ürkebilir.”

“Anaç tavuk gibi davranıyorsun,” dedi Mühendis.

Doktor dudağını ısırdı ama cevap vermedi.

Geniş bir yay çizerek yeniden yola koyuldular. Kimyager, görünürde yalnızca göğe yükselen ve giderek incelen bir toz bulutu kalıncaya kadar el salladı. Sonra atıcının yerleştirildiği sığ siperin yanında bir ileri bir geri adımlamaya başladı.

İki saat sonra ince kalikslerin ve onların uzun gölgelerinin arasından yeni bir toz bulutu belirdiğinde hâlâ aynı işi yapıyordu. Kırmızı, şişkin, yumurta biçimli Güneş küresi ufka henüz değmişti, şimdi kuzeyde mavimsi bulutlardan bir küme oluşmuştu. Ama genellikle günün bu saatinde kendini gösteren serinlik giderek yok oluyordu; hava hâlâ boğucuydu.

Cip, disk’ oluklarının üstünde zıplayarak yaklaştı. Yere yakınlaşmıştı ve tekerlekleri daha yassıydı. Kimyager bütün tenekelerdeki suyun şapırtısını duyabiliyordu. Boş koltukta bile dolu bir teneke vardı. “Nasıl geçti?” diye sordu.

Mühendis koyu camlı gözlüğünü çıkararak, yüzündeki ter ve toz karışımını bir mendille sildi.

“Gayet hoşnut ediciydi.”

“Kimseyle karşılaşmadınız mı?”

“Her zamanki gibi diskler vardı, ama onlara yaklaşmadık. Şu yankılı koruluğun öbür tarafına çıktık. Tek sorun, tenekeleri doldurmaktı. El altında bir pompa olsa hiç fena olmazdı.”

“Geri dönüyoruz,” dedi Fizikçi. “Ama önce suyu aktarmanız…”

“Yo, bence hiç gerek yok,” dedi Fizikçi. “Daha bir sürü boş tenekemiz var, bir kısmını alacağız. Döner dönmez hepsini birden taşırız.”

O ve Mühendis bakıştılar; sanki gizli bir düşünceyi paylaşıyorlardı. Ama Kimyager onların, dolu tenekeleri indirip yerlerine boşları yüklemekteki acelelerine şaşırmasına rağmen, bu bakışmayı kaçırdı. Bir dakika sonra, batan Güneş’in ışığıyla, açık alan boyunca uzun, koyu kırmızı bir duvar oluşturan bir toz bulutunun içinde yeniden kaybolmuşlardı.

Kaptan tünelden çıktı. “Hâlâ gelmediler,” dedi.

“Buradaydılar. Tenekeleri boşlarıyla değiştirdiler ve tekrar gittiler.”

Kaptan kızmaktan çok, afallamıştı. “Bu kadar çabuk mu?” Kimyager’e bir dakika sonra nöbeti devralacağını söyledikten sonra, aşağıda ana robotun üstünde çalışan Sibernetikçi’ye haber vermeye gitti.

Sibernetikçi dalgın dalgın başını salladı. Ağzındaki yirmi tane transistörü eline tükürdü. Boynuna doladığı, robotun iç bölümlerine ait rengârenk yüzlerce tel, oradan göğsüne sarkıyordu. Bunları birbirine öyle hızlı birleştiriyordu ki parmakları adeta uçuyordu. Ara sıra birden duruyor ve bir dakika veya daha uzun süre, önündeki diyagrama şaşkınlıkla bakıyordu.

Kaptan yukarı çıktı ve mürettebata akşam yemeği hazırlayacak olan Kimyager’le nöbet değiştirdi. Atıcının yanına oturdu. Zaman öldürmek için, Mühendis’in hazırladığı karar defterinin sayfa kenarlarına notlar almaya başladı.

İki gündür, yükleme bölümündeki yirmi beş bin galon radyasyonlu suyu ne yapacakları konusunda kafa patlatıyordu hepsi. Suyu arıtabilmek için filtreleri çalıştırmak gerekiyordu, ama önce filtrelere güç taşıyan kablqyu onarmak durumundaydılar, üstelik kablo suyun taştığı bölümde uzanıyordu. Gemide dalına donanıını vardı, ancak, radyasyon koruyuculu değildi. Ve bunların zırhlarını kurşunla kaplamaktansa, robotların onarımını beklemek ve bu işi onlara yaptırmak daha mantıklıydı.

Kaptan geminin kıç tarafının altında, gecenin içinde yanıp sönen ışıkta oturuyordu. Notlarını mümkün olduğunca çabuk almaya çalışıyordu, çünkü ışık üç saniyeden fazla yanık kalmıyordu. Sonra bu şekilde yazdığı el yazısının kargacık burgacık halini görüp güldü. Saatine baktı: Ona geliyordu.

Ayağa kalkıp birkaç adım attı, cipin farlarını görmeyi bekledi ama göremedi. Cipin yönünde yürümeye başladı.

Yalnız olduğunda genellikle yaptığı gibi, yıldızlara baktı. Samanyolu simsiyah zeminde dik bir açıyla tırmanıyordu. Gözlerini Akrep takımyıldızından biraz sola kaydırdı ve birden nefesini tu ttu. Oğlak yıldızlarının en parlakları güç bela görülebiliyorlardı; hafif bir kızartının içinde kaybolmuştu hepsi. Sanki Samanyolu genişleyip hepsini yutmuştu. Sonra anladı: Doğu ufkunun tam üzerinde, gökyüzündeki bir yansımaydı bu. Kalbi çarpmaya başladı, gırtlağında bir basınç hissetti. Dişlerini sıktı. Yansıma beyazımsı ve soluktu ama ardarda birkaç kez alevlenerek parladı. Kaptan gözlerini kapattı, bütün dikkatini toplayarak dinlemeye çalıştı, ama bütün duyduğu, kendi nabız atışlarıydı. Şimdi takımyıldızlar hemen hemen bütünüyle görünmez olmuştu. Puslu bir ışıkla dolan ufka hiç kımıldamadan baktı. ilk aklına gelen, gemiye geri dönüp bunu diğerlerine anlatmaktı. Atıcıyı savaş alanına getirebilirlerdi. Ama “bu, yürüyerek en az üç saat sürerdi. Cipin yanısıra bir de küçük helikopterleri vardı, ama kutuların arasına sıkışmış bir şekilde radyasyonlu suyun içinde yatıyordu. Üstelik kırık pervane kanadının dışında, durumunu tamamen görebilmiş değillerdi. Belki pilot kabini daha da kötü durumdaydı. Geriye bir tek Savunucu kalıyordu. Uzaktan yükleme kapağını açıp Savunucu’nun içine tırmanabilirlerdi — motor odasında bir transmitör vardı-ve kapağın açılmasıyla birlikte boşalacak olan suyun içinden gidebilirlerdi. Savunucu’nun içinde emniyette olurlardı. Ama kapağı açmayı başarabilecekler miydi? Sonra, geminin çevresindeki radyoaktif toprağı ne yapacaklardı? Çok geniş bir alana yayılacağı kesindi…

On dakika beklemeye karar verdi. O zamana kadar cipin farlarını görmezse, gideceklerdi. Saatine baktı: On’u on üç dakika geçiyordu. Yansıma — evet, yanılmıyordu-tepede pembe ve altta donuk beyaz bir şerit biçiminde ufuk boyunca yavaş yavaş yayılıyor, Alpha Phoenix’e yaklaşıyordu. Tekrar saate baktı. Gitmesine dört dakika kalmıştı. Farları gördü.

Önce, parıldayan bir yıldız gibiydi; sonra ışık ikiye bölündü ve aşağı yukarı hoplayarak, göz kamaştırıcı bir hal aldı. Kaptan artık tekerleklerin sesini duyabiliyordu. Hızlı geliyorlardı ama tehlikeli bir hız değildi yaptıkları; çok telaşlı olmamaları, huzursuzluğunu alıp götürmüştü ve böyle durumlarda her zaman olduğu gibi, bunun yerini kızgınlık aldı.

Farkında olmadan gemiden yüz metre kadar uzaklaşmış tı. Cip sert bir frenle durdu ve Doktor bağırdı: “Atla!”

Kaptan boş bulduğu bir tenekeyi yana iterek koltuğa oturdu. Adamlara baktı — zarar görmüşe benzemiyorlardı-ve eğilip atıcının namlusuna dokundu. Soğuktu.

Soran gözlerle Fizikçi’ye baktı ama bakışına cevap alamayınca hiçbir şey söylemeden, bekledi. Gemiye vardıklarında Mühendis tekrar keskin bir frenle dönüş yaptı ve bu, boş tenekeleri takırdattığı gibi, Kaptan’ı da sert bir şekilde ’ koltuğuna oturttu. Cip, tünel girişinin önünde durdu.

“Suyun hepsi buhar mı oldu?” diye sordu Kaptan, alaycı bir sesle.

“Su alamadık,” dedi Mühendis. Döner koltuğunu Kaptan’a çevirdi. “İrmağa gidemedik.”

Kimse cipten inmedi. Kaptan Mühendis’in yüzüne baktı, sonra da Fizikçi’nin.

“İlk gidişimizde ilginç bir şeyler görmüştük,” dedi Fizikçi, “Ama anlam veremedik. Tekrar incelemek istedik.”

“Eğer dönmeseydiniz, tedbirli davranmanız bizim ne işimize yarayacaktı, söyler misiniz?” diye sordu Kaptan. Öfkesini daha fazla gizleyememişti. “Her şeyi duymak istiyorum! Hem de şimdi!”