“Mikrotransmitörle, bunu biliyorsun,” dedi Mühendis, Doktor’un bakışını izleyerek. Sonra farklı bir tonla devam etti: “Başaracağımızı bildiği için…”
“Evet,” dedi Doktor, başını sallayarak. “Bu yüzden Aden’i hemen terketmek istemedi…”
“Önemli değil.” Mühendis çoktan tünele yürümeye başlamıştı. “Onu tanırım. Hareket başladığında geçecektir.”
“Evet,” dedi Doktor, onun arkasından giderken.
On beş dakika kadar sonra Kaptan ve Kimyager gemiye dönmüşlerdi. İş başlamadan önce Blackie tünel girişinin çevresinde iki metrelik bir toprak set yapmaya gönderilmişti, bunu yaptıktan sonra da, sipere yerleştirilmiş atıcı ve cipin dışında her şeyi aşağı getirecekti. Cipi parçalara ayırmak çok zaman alacaktı; her durumda robota ihtiyaçları vardı.
Geceyarısı olduğunda harıl harıl çalışmaya başladılar. Sibernetikçi Savunucu’nun bütün devrelerini kontrol etti, Fizikçi ve Mühendis radyasyon filtrelerini onarıp ayarladılar ve Kaptan, koruyucu giysilerle, motor odasının alt kısmındaki kuyuyu gözledi. Robot ise tabanda, suyun iki metre altında, kabloların üstünde çalışıyordu.
Ancak filtreler, onarıldıktan sonra bile tam kapasitede çalışmadılar, çünkü birçok ünite işlev görmüyordu; adamlar bu sorunu, pompaları hızlandırarak çözdüler. Arıtma gerçekten ilkel koşullarda ilerliyordu: Her on dakikada bir, Kimyager, analiz için tanktan örnek alıyordu, çünkü otomatik radyasyon ölçüm aleti kırıktı ve onarımı da onlarda olmayan bir şey — zaman-gerektiriyordu.
Sabah üçte suyun hemen hemen tamamı temizlenmişti. Tankı, ön plakanın ana çubuklardan birine çarpıp yardığı yerden kaynak yapmak eziyetine kalkışmadılar. Bunun yerine, boş duran fazladan bir tanka su pompaladılar. Normal şartlar altında böyle dengesiz bir yük düşünülemezdi bile, ama şu anda gemi hareket halinde değildi. Suyu dışa pompaladıktan sonra alt bölmeden sıkıştırılmış hava üflediler. Duvarlarda biraz radyasyon kaldı ama şimdilik kimsenin oraya girmesi için sebep yoktu. Sonra kapak üstünde çalıştılar. Göstergelere göre mekanizma kusursuz durumdaydı ama ilk denemede açılmadı. Hidrolikleri kullanıp kullanmama konusunda biraz tartıştıktan sonra, Mühendis, kapağı dışarıdan kontrol etmenin daha güvenli olacağına karar verdi ve dışarı çıktılar.
Kapağa ulaşmak hiç de kolay değildi; gövde dibinin hemen yanındaydı ve beş, altı metreden fazla yukarıda kalıyordu. Aceleyle, artık metallerden bir yapı iskelesi kurdular — robot kaynak işini hallettiği için bu sorunsuz tamamlandı-ve ışıklarla, çalışacakları bölümü aydınlattılar.
Gökyüzü doğuda gri olmuştu; kızartı artık görünmüyordu. Yukarıda yıldızlar yavaş yavaş yok oluyordu. İri çiğ damlaları gövdenin seramit plakalarına düşüyordu.
“Çok garip,’’ dedi Fizikçi. “Mekanizma çalışıyor. Kapakta hiçbir arıza yok, açılmaması dışında…”
“Garip şeyleri sevmem,” dedi Sibernetikçi, üstüne basa basa.
“Pekala,” dedi Kaptan. “Eski yöntemi denemeye ne dersiniz?” Bunu söyledikten sonra yirmi librelik bir çekici kaldırdı.
“Kenarına vurabilirsin, ama çok sert olmamak şartıyla,” dedi Mühendis, İsteksizce. Bu “yöntem,” hiç hoşuna gitmemişti.
Kaptan iskelenin kolonunu göğsünde sabitlemiş, gri şafakta kare bir heykel gibi duran siyah robota bir göz attı ve çekici iki eliyle kavrayıp, biraz salladıktan sonta vurdu.
Tekrar tekrar, düzenli olarak ve her seferinde birkaç inç daha yukarıdan vuruyordu. Durduğu açıdan hareketlerini kontrol etmesi güçtü, ama yine de iyi gidiyordu. Vuruşların ritmi farklı bir sesle bozuldu; çok aşağıdan geliyor gibi bir iniltiydi bu. Hemen ardından, kulak tırmalayıcı ve giderek yükselen bir ıslıkla, yapı iskelesi sarsılmaya başladı.
“Aşaği!” diye bağırdı Fizikçi. Birer birer platformdan aşağı adadılar; sadece robot kıpırdamadı. Şafak sökmeye başlamıştı, hem düzlük, hem de gökyüzü kül rengindeydi, artık. İnilti ve sonra da ıslık dayanılmayacak kadar arttı ve adamlar geminin altına sığınıp içgüdüsel olarak çökerek, başlarını kollarıyla gizlediler. Çeyrek mil uzakta toprak bir kaynak gibi yukarı püskürüyordu. Çıkan sesler ise beklenmedik bir şekilde boğuktu.
Tünele koştular, robot da onları izledi. Kaptan ve Mühendis toprak setin arkasına geçip doğuya, gürlemenin geldiği yöne baktılar. Bütün düzlük sarsıldı. Islık artıyordu, gökyüzü bir kilise orgunun sesini andırır uğuldamalarla doldu; sanki görünmeyen hava taşıtlarından bir filo onlara hücum etmek üzereydi. Ön planda, kum ve toprak fıskiyeleri, kurşun gökyüzüne yükseliyordu.
“Normal bir uygarlık diyordun, değil mi?” dedi Fizikçi aşağıda tünelden.
“Tepemizde uçuyorlar ama onları görmüyorum,” diye mırıldandı Mühendis. Kaptan onu duymadı. Ciyaklama ve uğultu sürüyordu, geminin yakınında olmamasına rağmen, toprağın fışkırması da hissediliyordu. İki adam izliyorlardı: Hiçbir şey değişmiyordu. Ufuktaki gümbürtü, yerini, tek, uzun değişmeyen, bas bir gürlemeye bıraktı. Artık atışlar, patlama olmaksızın, hatta neredeyse sessizce düşüyordu’. Sarsıntılarla yerinden oynamış toprak, köstebek yolları gibi, darbelerin olduğu yerlerde küçük tepecikler yapmıştı.
“Dürbün!” diye seslendi Kaptan, tünele doğru.
Bir dakika sonra dürbün elindeydi. Baktığında şaşkınlığı daha da arttı. Önce, bu ağır saldırının menzilini bulduğunu düşündü — ama, hayır-görünmeyen atışlar aynı noktaya düşmeye devam ediyordu. Dürbünüyle bütün manzarayı taradığında her yönden saldırı olduğunu gördü. Bazısı biraz ileride, bazısı oldukça uzaktaydı, ama hiçbiri, gemiye ikiyüz metreden yakın değildi.
“Ne onlar?! Atomik değiller, öyle değil mi!” Tünelden boğuk bağırmalar yükseliyordu.
“Hayır, değiller!” diye bağırdı Kaptan, sesini zorlayarak. Mühendis ağzını Kaptan’ın kulağına yapıştırdı.
“Gördün mü? Hala isabet ettiremiyorlar!”
“Görebiliyorum!”
“Her yandan sarıldık!”
Evet anlamında başını salladı. Mühendis dürbünü alıp baktı.
Her an Güneş doğabilirdi. Solgun gökyüzü uçuk maviydi; yıkanmış gibi görünüyordu. Geminin gömüldüğü küçük/ tepeyi çevreleyen ve biçimsiz, titrek bir engel gibi, bir yok olup bir yeniden yükselen toprak fıskiyeleri dışında, düzlükte hiçbir şey kıpırdamıyordu.
Kaptan aniden bir karar verdi. Setin arkasından çıkıp üç adımda tepeye ulaştı. Yere yattı ve tünel girişinde yapamadığını yapıp, karşı yöne baktı. Manzara aynıydı: Vuruşlardan oluşan geniş bir yarımay ve patlamaların titreşen, duman seti.
Birisi, yanında kuru toprağa abandı: Mühendis’ti bu. Omuz omuza yatıp izlemeye başladılar. Ufuktan dalga dalga gelen ve arada bir uzaklaşan gürlerneyi de artık önemsemiyorlardı. Sesin azalmasının nedeni sabah rüzgârıydı, hava Güneş’in ilk ışıklarıyla birlikte ısınıyordu.
“Onlar karavana değil!” diye bağırdı Mühendis.
“O halde ne?”
“Bilmiyorum. Bekleyelim…”
“Hayır, gidelim!”
Bayır aşağı koştular — gerçi atışlar yakında bir yerlere isabet etmiyordu ama uğultu ve ıslık hiç boş değildi-arka arkaya tünele adadılar. Robotu geçitte bırakıp, diğerleriyle birlikte, oldukça sessiz olan kütüphaneye gittiler. Burada yerin sarsıntısı bile hissedilmiyordu.
“Ne olacak şimdi? Bizi burada tutmak mı istiyorlar? Ve açlıktan öldürmek mi?” diye sordu Fizikçi, ötekiler gördüklerini anlattıktan sonra.