“Kim bilir? Şu atışlardan birini yakından görmek isterdim,” dedi Mühendis. “Aslında, saldırı barajı biraz gevşerse dışarı çıkıp bakmak iyi ola…”
“Robot gidebilir,” dedi Kaptan.
“Robot mu?” diye sordu Sibernetikçi, neredeyse inleyerek. “Hiçbir şey olmaz, endişelenme.”
Küt diye bir ses hissettiler, hafif, ama kesindi. Birbirlerine baktılar.
“Vurulduk!” diye bağırdı Kimyager. Yerinden sıçramıştı.
Kaptan tünele koştu. Yukarıda, yüzeyde hiçbir değişiklik yok gibi görünüyordu. Gök hâlâ gürlüyordu ama, geminin kıç tarafının altında, Güneş’in vurduğu kumların üstünde, patlatılmış bir torbayı andıran siyah, benekli bir şey vardı. Bu garip atışın gövdeyi vurduğu yeri bulmaya çalıştı, ama seramikte iz yoktu. Diğerleri, arkasından yetişip onu içeri sokmadan önce, Kaptan, parçaları toplayıp boş dürbün kutusuna doldurdu. Hâlâ sıcaktılar.
Kimyager bağırdı: “Sen deli misin! Radyoaktif olabilir onlar!”
İçeri koştular. Parçalar radyoaktif değildi; yanlarında getirdikleri sayaç ses çıkarmıyordu. İlginçti, ama, parçalar metal bir muhafazayla kaplı değildi. Üstelik elde, parlak parçacıklara bölünüyorlardı.
Fizikçi parçaları bir büyüteçle inceledikten sonra mikroskoba soktu. Baktığında ise bir ıslık çaldı.
“İlginç?! Çok ilginç?!” Onu apar topar mikroskoptan uzaklaştırdılar.
“Bunlar bize saat parçaları mı gönderiyorlar?” dedi Kimyager mikroskoba baktıktan sonra.
Görüntüde yüzlerce minik dişli, çark, yay ve iğnecikler vardı. Merceğin altına başka bir örnek koydular, ama yine aynı şeyi gördüler.
“Bu neyin nesi böyle?” dedi Mühendis.
Hepsi kütüphanedeydi. Fizikçi darmadağın olmuş saçlarıyla bir o duvara, bir bu duvara adımlıyordu. Bir ara durdu, diğerlerine hırçın bir bakış attıktan sonra yürümeye devam etti.
“Çok karmaşık bir mekanizma,” dedi Mühendis, dalgın dalgın. Avucunda parçacıklardan bir yığın duruyordu. “Milyonlarca olmalı bu küçük dişlilerden burada, tabiî, milyarlarca değilse! Yukarı çıkalım ve neler oluyor, bir bakalım.”
Saldırı sürüyordu. Tünelde nöbet bekleyen robot 1109 atış saymıştı.
“Kapağı şimdi deneyelim,” dedi Kimyager, gemiye döndüklerinde.
Sibernetikçi mikroskoba abanmış, parçacıklara bakıyordu. Ona bir şeyler söylediler ama karşılık alamadılar.
Motor odasındaki kilit gösterge lambası hâlâ yanıyordu. Mühendis şaltere hafifçe dokunduğunda ışık yanıp sönmeye başladı: Kapak açılıyordu. Hemen kapattı ve diğerlerine haberi verdi: “Savunucu’yu her an kullanabiliriz!”
“Yerden beş, altı metre ötede bir kapakla mı?”
“Savunucu için bu sorun değil.”
Ancak şu anda, gitmeyi gerektirecek acil bir ihtiyaç yoktu, bu yüzden kütüphaneye döndüler. Sibernetikçi hâlâ mikroskobun üstündeydi.
“Bırakın kalsın. Belki bir şeyler çıkarabilir,” dedi Doktor. “Bize gelince… Burada böyle oturmayalım. Gemiyi onarmaya devam edelim.”
Toplu bir sızlanmayla yerlerinden kalktılar. Gerçekten de, yapılacak başka ne vardı ki? Beşi birden, hasarın en fazla olduğu motor odasına indi. Distribütör saatlerce sürecek ince iş istiyordu: Her devrenin, önce akım kapalıyken, sonra açıkken olmak üzere iki kez kontrol edilmesi gerekiyordu. Arada bir Kaptan yukarı çıkıp dönüyor ve hiçbir şey söylemiyordu. Yerin onbeş metre altındaki kontrol odasında çok hafif bir sarsıntı hissediliyordu. Öğle vakti geçti. Aslında robotla işler çok daha çabuk ilerlerdi ama ona tünelde ihtiyaçları vardı. Saat birde, robot, sekiz binden fazla vuruş saymıştı.
Hiç kimse aç olmadığı halde, Doktor’un öğütleri üzerine, herkes gücünü toplamak için öğle yemeği yedi. Saat ikiyi on iki geçerken sarsıntı kesildi. Hepsi apar topar tünele koştu. Yüzeyde küçük bir bulut Güneş’i örtmüştü ve bütün düzlük sıcakta titrek bir görüntüyle uzanıyordu. Havada hala, patlamaların bıraktığı toz vardı ama sessizlik hüküm sürüyordu.
“Bitti mi?” diye sordu Fizikçi, tuhaf kaçacak kadar yüksek bir sesle; son birkaç saatin gümbürtüsüne iyice alışmışlardı.
Robota göre toplam vuruş sayısı l0604’tü.
Gemi merkez olmak üzere, ikiyüzelli metre yarıçapında bir alanı, un ufak olmuş bir çember çevreliyordu. Yanyana meydana gelmiş kraterlerin ortaya çıkardığı bir hendekti bu.
Doktor tünelin ağzındaki toprak sete tırmanmaya başladı ama Mühendis, “Henüz değil” deyip onu geri çekti. “Bekleyelim.”
“Ne kadar?”
“Yarım saat… Yok, bir saat daha iyi.”
“Ne diye harekete geçmeyi geciktiriyoruz ki? Patlama falan kalmadı artık!”
“Bunu bilmiyoruz.’’
Bulut Güneş’in önünden çekildi. Her yer ışıl ışıl oldu.
Hışırtıyı ilk duyan Kaptan’dı. “Bu da ne?!” diye fısıldadı.
Ötekiler de duymuşlardı. Ses, rüzgarın yaprakları veya çalıları kıpırdatmasına benziyordu. Ama görünürde ne yaprak, ne çalı çırpı vardı; yalnızca, karılmış kumdan oluşan bir halkaydı çevrelerindeki. Hava sakindi. Ama hışırtı sürüyordu.
“Nereden geliyor?”
“Oradan mı?”
Fısıldayarak konuşuyorlardı. Şimdi ses her yönden geliyor gibiydi. Toprak kayması gibi bir şey olabileceği ihtimalini düşündüler.
“Ama rüzgar yok…” dedi Kimyager.
“Atışların vurduğu yerlerden geliyor…”
“Ben bir bakacağım.”
“Sen delirdin mi? Ya tuzaksa?!”
Kimyager bembeyaz oldu. Geri çekildi. Bu arada dışarıda gün pırıl pırıldı ve her şey çok sessizdi… Yumruklarını sıktı. Böylesi direkt saldırıdan yüz kat daha beterdi!
Güneş zirvedeydi. Kümülüs bulutlarının gölgeleri düzlüğü yavaş yavaş süpürüyordu. Tabakalaşmış bulutlar yassı tabanlarıyla, beyaz adalara benziyorlardı. Ufukta hiçbir kıpırtı yoktu, alan her yönde bomboştu. Önceden, belli belirsiz siluetleri uzak tepelerin üzerinde yükselen gri kaliksler bile yok olmuştu. Adamlar bunu ancak şimdi farkettiler.
“Bakın!” diye bağırdı Fizikçi, eliyle işaret ederek. Ama hangi yöne baktıkları önemli değildi, çünkü aynı şey her yerde oluyordu.
Kraterli yer sallanmaya başladı. Parlak bir şeyler ortaya çıkıyordu. Her atışın düştüğü yerde filizler beliriyordu. Bir tarağın dişleri gibi, neredeyse diziler halinde yükseliyorlardı.
Biri tünelden fırladı ve ışıltılı filizlerin kavisli çizgisine doğru koşmaya başladı. Sibernetikçi’ydi bu. Hepsi birden bağırarak peşine düştüler.
“Onların ne olduğunu biliyorum!” diye haykırdı. Filizlerin cama benzeyen dizilerinin önünde yere çöktü.
Şimdi parmak uzunluğundaydılar, tabanları ise bir yumruk kadar kalındı. Her birinin etrafındaki kum, hafifçe bir burgaç hareketi yaptı; aşağıda bir şeyler çalışıyordu, besbelli.
“Mekanik tohumlar!” dedi Sibernetikçi. Elleriyle en yakınındaki filizin toprağını eşelemeyi denedi, ama kum çok sıcaktı.
Birileri koşup kürek getirdi. Kum ve toprak kenara atıldıkça parlak bir maddenin uzun, birbirine karışmış lifli bölümleri ortayâ çıkıyordu. Madde çok sertti, kürekler değdikçe metal sesi duyuluyordu. Çukur bir metre kadar derinleştiğinde adamlar bu ilginç oluşumu yerinden sökmeye çalıştılar, ama beceremediler; yanındakilere çok sıkı tutunmuştu.
“Blackie!” diye koro halinde bağırdılar. “Çıkar şunu!”
Robot geldi. Çelik kıskaçlar, bir insan kolu kalınlığındaki sürgünü kavradı. Ama robotun gövdesi kasıldı, adamlar onun ayaklarının yavaş yavaş kuma gömüldüğünü görüyorlardı. Bir enstrüman telinin limitine kadar gerilmesine benzer, yüksek bir tını çıktı.