Uzakta, Güneş’i yansıtan bir su kütlesi ışıldadı. Bu gölün koyu çalı öbekleriyle kaplı engebeli kıyısında binalar, yayvan bacakların üstünde duran makinalar yükseliyordu. Savunucu’nun durduğu sarp kayalığın yakınına doğru, garip yapılar, dikey direk dizileri ve parlak caddelerden bir mozaik uzanıyordu.
Aşağısı oldukça canlıydı: Gri, kahverengi ve beyaz noktalar birbirine karışıyor, kümeler oluşturuyor, şeritler halinde yayılarak caddelerde sürükleniyorlardı. Bu yerleşim bölgesi görüntüsü yanıp sönen ışıltılarla doluydu, sanki oradakiler evlerinin camlarını sürekli olarak açıp kapatıyorlar ve Güneş ışıkları da bunların üstünde oynaşıyordu.
Doktor bir keyif narası attı. “Henry, başardın! Nihayet bir şeyler normal ve işte günlük yaşam. Ve ne harika bir gözlem noktası!” Açık taraftan yukarı tırmanmaya başlamıştı.
Mühendis onu durdurdu. “Bekle. Güneş’i görmüyor musun? Beş dakika içinde batmış olacak ve hiçbir şey göremeyeceğiz. Bu panoramanın tümünü filme alsak iyi olur, hem de hemen.”
Kimyager koltuğun altından kameraları çıkarmıştı bile. En büyüğünü kurdular. Üç ayaklı sehpayı yere attılar. Mühendis bir naylon ip bobini alarak bir ucunu tarete bağladı, diğer ucunu da Savunucu’nun bumuna fırlattı ve aşağı atladı. Öbür ikisi sehpayı almış ve kayalığın kıyısına koşmaya başlamışlardı. Onlara yetişti ve ipi her birinin kemerindeki kancalara bağladı. “Düşme ihtimaline karşı bir tedbir,” dedi.
Güneş gölün alev sularına batıyordu. Makina seri bir mırıltıya başladı ve koca mercek aşağı eğildi. Doktor, sehpanın ön bacaklarını desteklemek için diz çöktü ve Kimyager gözünü vizöre dayadı. Suratı buruştu.
“Çok parlak,” dedi. “Diyafram gerekiyor.”
Mühendis geriye koştu, bir dakika sonra parçayla geldi ve çekim başladı. İki eliyle yöneltme çubuğunu tutan Mühendis kamerayı yavaşça soldan sağa kaydırıyor, arada sırada Kimyager, vizörün yoğun detay gösterdiği yerlerde çekimi durdurup, ayrıştırmayı yükseltiyordu. Kamera mırıltı çıkardığı sürece Doktor yerden kalkmadı., Film süratle geçiyor ve makaralar, neredeyse aralıksız, değiştiriliyordu. Mercek tam aşağıdaki hareketi hedef aldığında Güneş yuvarlağının sadece bir dilimi suyun üzerinde kalmıştı. Doktor gergin ipe asılı halde, kamerayla birlikte kayanın kenarına abanmak zorunda kaldı. Altında çamur duvarının kızıla batmış ve giderek silikleşen kıvrımlarını görebiliyordu. İkinci makaranın sonuna doğru kırmızı yuvarlak kayboldu. Gökyüzü hala kızarıktı ama meydanın ve gölün üstüne gri-mavi bir bölge düşmüştü. Flaşlardan başka görülecek bir şey kalmamıştı.
Üç adam kamerayı bir hazine taşırmış gibi dikkatle geri götürdüler.
“Resimler çıkacak mı dersin?” diye sordu Kimyager, Mühendis’e.
“Bunu gemide anlayacağız. Her zaman geri gelebiliriz.”
Kamerayı ve makaraları Savunucu’ya koydular ve kayalığa döndüler. Gölün doğu kıyısındaki dik bir duvarın manzaraya karışmış olduğunu işte o zaman farkettiler. Tepe noktasına günbatımının son pembe ışığı vurmuştu ve üzerinde, oldukça uzakta, ’koyu kırmızı bir duman kolonu ilk yıldızlarla birlikte gökyüzünde ’uzanıyordu.
“Bu o vadi olmalı, yani kaynak” dedi Kimyager, Doktor’a.
Tekrar aşağı baktılar. Beyaz ve yeşil kıvılcımlar gölün kı yısı boyunca bir çizgi halinde uzuyor ve bu çizgi yer yer bir ırmak gibi çatallaşıyordu. Karanlık biraz arttığında ışıkların sayısı da.arttı. Artık tamamen siyaha bürünen uzun çalılık başlarının üzerinde uysalca hışırdıyordu. Manzaranın güzelliği karşısında isteksizce geri dönerlerken yıldızları yansıtan gölün görüntüsü hâlâ gözlerinin önündeydi.
Yürürlerken Doktor Kimyager’e sordu: “Ne gördün?”
Kimyager sıkıntıyla gülümsedi. “Hiçbir şey. Gerçekte bakmıyordum, odaklama ayarıyla meşguldüm ve Henry çok hızlı hareket ettiriyordu…”
“Önemli değil,” dedi Mühendis, Savunucu’nun soğuk gövdesine yaslanırken. “Saniyede iki yüz resim aldık. Tabdan çıkınca her şeyi göreceğiz.”
“Hoş bir kır gezisi oldu,” dedi Doktor.
Mühendis arka tele-ekranı açtı ve Savunucu’yu döndürdü. Bir süre tırmanarak ilerlediler, daha geniş bir alana geldiklerinde tam kuzeye yöneldiler.
“Geri dönüşümüz aynı rotadan olmayacak,” dedi Mühendis. “Bu, altmış mil eklemek olur. Mümkün olduğunca, açık araziyi izlemeye çalışacağım. İki saatte varırız.”
YOL DOLAMBAÇLI bir hal alıyordu; ağaçlık Savunucu’nun tepesinden bastırıyor, bitki sapları rüzgarkırana çarpıyordu. Arada sırada bir tohum-yaprak Kimyager’in veya Doktor’un kucağına düşüyordu. Doktor birini alıp kokladı.
“Nefis bir koku,” dedi hayretle.
Kendilerini çok iyi hissediyorlardı. Kristal berraklığındaki gökyüzünde yılan gibi kıvrılan samanyolu elmas bir gerdanlık gibiydi. Hoş bir esinti iç çekerek ağaçlığı taradı. Savunucu, için için homurdanıyordu.
“Çok ilginç, ama, Aden’de şu ahtapot kollarından hiç yok,” dedi Doktor. “Okuduğum bütün bilimkurgularda gezegenler, adamı yakalayıp boğazlayan böyle şeylerle dolu.”
“Ve oralarda yaşayanların altı parmakları vardır,” diye ekledi Kimyager. “Nedense hepsinde altı olur.”
“Altı, gizemli bir rakam,” dedi Doktor. “Altının yarısı üç ve başarı ancak üçüncü denemeden sonra gelir.”
“Abuk sabuk konuşmaktan vazgeçmezseniz yolu şaşıracağım,” dedi Mühendis. O, daha yukarıda oturuyordu. Pek bir şey görmek mümkün olmadığı halde, hala farları açmamıştı; gece olağanüstü güzeldi, ışıkların bunu bozmasından korkuyordu. Ve radarla yolculuk etmek tareti kapatmak anlamına geliyordu. İçeride bütün görebildiği, kontrolların üstündeki kendi elleri, önündeki panelde açık yeşil yanarak inip çıkan kadranlar ve atomik göstergenin turuncu yıldızlar gibi pırıldayan oklarından ibaretti.
“Gemiyi arayabilir misin?” diye sordu Doktor.
“Hayır,” dedi Mühendis. “Burada iyonosfer yok. Aslında var ama delik deşik durumda. Kısa dalga için transmitörü ayarlayacak zaman da yoktu, biliyorsun.”
Paletler takırdamaya başladı; makina sallanıyordu. Mühendis ışıkları yakınca, yuvarlak, beyaz kayaların üzerinde gittiklerini gördü. Oldukça yüksekte tuhaf biçimli kireç kayaları vardı. Bir kanyondaydılar.
Bu canını sıkmıştı; çünkü, anayön hariç, yolun onları nereye götürdüğü konusunda bir fikri yoktu ve böyle duvarları Savunucu bile aşamazdı. Devam ettiler. Kayaların sayısı artmıştı ve ağaçlığın yerini farların ışığında siyah, parlayan, birbirlerinden uzak birtakım öbekler almıştı. Yol kıvrıldı, yukarı meyil yaptı ve yine düzleşti. Yandaki kayalıklar alçaldı, sonra hepsi kayboldu ve adamlar kendilerini, kireçten sırt gibi çıkıntıların çevrelediği, içlerini taş yığınlarının doldurduğu küçük dereler olan bir çayırda buldular. Yer seviyesinde ise yeşil-gri saplar kayaların arasında dikiliyordu.
Aşağı yukarı on beş dakikadır, kuzeydoğuya oldukça yaklaşık bir yönde gidiyorlardı ve tekrar kendi rotalarına geçmenin zamanı gelmişti ama sağ taraflarındaki kireç duvar buna izin vereceğe benzemiyordu.
“Hala şanslı olduğumuz söylenebilir,” dedi Kimyager, damdan düşer gibi. “Bu kayaları aşabildik…”