Выбрать главу

Alevli koruluğun karşısında, enkaz, doksan bacaklı ezilmiş bir örümceğe benziyordu. Hala kamçı gibi hareket eden bir tanesi yeri kazıyordu. Bacaklarn arasında, boynuzlu bir topun içinde gümüşi figürler atlıyordu.

Hiç düşünmeden pedala bastı.

Bir gümbürtü daha koptu, yeni bir Güneş, açıklığı yırttı. Enkaz parçalan her yöne uçuştu. Fokurdayan çamur, kum ve is, bir ıslıkla merkezden yükseldi. Mühendis aniden gücünü kaybetti, kusacağın hissediyordu. Soğuk ter damlaları sırtından ve yüzünden boşanıyordu. Doktor’un “Hayır, geri dön!. Duyuyor musun? Geri dön!” diye bağıran sesini duyduğunda eli, bir manivela kolunun üstündeydi.

Kırmızımsı duman kraterden taştı; bir volkandı sanki ve bayır aşağı, mahvolmuş bitkilerden geri kalanını da tutuşturan lav inmeye başladı.

“Ama ben, dönüyorum,” dedi Mühendis. “Geri dönüyorum…”

Ama kımıldamadı. Ter, yüzünden akmaya devam ediyordu.

“İyi misin?” Doktor’un sesi çok uzaklardan geliyordu.

Mühendis, üzerinde Doktor’un yüzünü gördü; başını salladı ve gözlerini açıp kapadı. “İyiyim,” diye mırıldandı. Doktor yerine döndü.

Savunucu kendi çevresinde sarsılarak döndü, ama, gürültüsü bir okyanusunkini andıran yangının sesinden başka bir şey duymadılar. Geldikleri yöne doğru geri gittiler.

Sağlam kalan tek far — bu kargaşada orta farı da kaybetmişlerdi-şimdi üzerleri metalik gri bir tortuyla örtülü devrilmiş heykellerin ve ölü vücutların üstünde gezindi. Kuzeye dönük iki beyaz heykelin parçalarının arasından geçtiler. Savunucu, dalgaları yaran bir gemi gibi, çalıların arasından ilerliyordu. Bir sürü silik şekil, ışıktan paniğe kapılmış halde sağa sola fırlıyordu.

Hızlandılar, yolculuk inişli çıkışlı olmaya başladı. Mühendis halsizliğiyle mücadele ederek derin nefesler almaya çalışıyordu. Atlayan gümüşi şekillerden geriye kalan küllerin havada dönerek uçuşmasını hala görüyordu. Savunucu, yay gibi dallar gövdesini döverken yokuş yukarı çıkıyordu. Paletler adamların göremediği bir şeyden dolayı gıcırdadı. Artık daha hızlı gidiyorlardı, yukarı, aşağı, küçük derelerin üstünden, kıvrılan çayların arasından geçiyorlar, birbirine karışmış ağaçsı çalıları deviriyorlardı. Makina örümcek konumda sıkıntısız ilerlerken bunların dikenli karınları güçsüz, yumuşak vuruşlarla gövdeye dokunuyor, ezik saplar kırılıp tıslıyordu. Yangının kızıllığı geri ekranlarda hala görünüyordu. Rengi giderek soldu; sonra karanlık her şeyin üstüne çöktü.

BİR SAAT sonra açıklıktaydılar. Gece yıldızlarla doluydu. Çalılar seyrekti, sonra hepsi birden kayboldu ve rüzgarın yığdığı, tek farın ışığında dalgalanan kum tepeciklerinden başka, ortada bir şey kalmadı. Savunucu, sabırsızlanmış gibi, hızlı götürüyordu onları. Koltuklar sallanıyor, paletler ıslıklar çalıyordu. Kontrol panelindeki ışıklar pembe, turuncu, yeşil yanıyordu. Mühendis, yüzü ekrana dönük, gemiyi arıyordu.

Önceden hiç üstünde durmadan verdikleri, radyo bağlantısı olmaksızın yola çıkmak kararı, şimdi ona delilik gibi geliyordu, sanki vericide yapacakları değişikliğin harcatacağı bir iki saat çok büyük kayıpmış gibi. Karanlıkta gemiyi geçmiş olduğundan ve onun kuzeyinde kaldıklarından emin olmak üzereydi ki, onu gördü — gemi değildi bu; acayip, parlak bir balondu. Savunucu yavaşladı. Eğik duvarlar far ışığında gümüş-ateş karışımı parlıyordu. içerideki yanarsöner ışık yandığında ise görüntü olağanüstüydü; tepesi açık, yüksek bir kubbeden fışkıran karmakarışık gökkuşakları.

Ateş etmek istemeyen Mühendis aracın önceden kendisine açtığı yola yönelecek oldu, ama ayna duvar her iki anda da aralık bırakmıyordu; geçit olabilecek tek yer, bu cismin tabanında sıkışıp kalmış toprak parçasıydı.

On altı tonluk bütün’gücüyle, Savunucu, gövdesi sarsılana kadar duvara yüklendi. Duvar esnemedi.

Mühendis yavaşça ikiyüz metre geriledi, hedef artısını mümkün olduğunca aşağıda sabitledi ve pedala dokundu. Açtığı deliğin sıcak çerçevesinin soğumasını beklemeden, aracı ileriye sürdü. Taret sürtündü, ama, ısının gevşettiği madde esnedi ve sıyırıp geçti. Savunucu tek gözlü bir halde boş halkanın arasından parıldadı ve alçak bir mırıltıyla gemiye doğru ilerledi.

Onları karşılayan yalnızca Blackie oldu, sonra aceleyle arkasını döndü ve gitti. İç bölümü birbirine girmiş makinayı park etmeden önce radyasyon ölçümlerini yapmak ve gövdeyi temizlemek zorundaydılar. Bu yüzden içeri girmekte geciktiler.

Yanarsöner ışık yandı. Kaptan tünelden ilk görünendi, Savunucu’nun önündeki siyah yamalara, iki kırık fara ve geri dönen mürettebatın korkunç görünen yüzlerine baktı ve “Çarpıştınız,” dedi.

“Evet,” diye yanıtladı Doktor.

“Aşağı gelin. Burada röntgen hala dakikada 0,9. Blackie kalabilir.”

Başka bir şey konuşmadan indiler. Motor odasına giden geçitte Mühendis, kurşunları birleştiren daha küçük ikinci bir robotu farketti ama bir bakmak için bile durmadı. Kütüphanede ışıklar yanıyordu; küçük bir masaya alüminyum1 tabaklar, bardaklar ve ortasına da bir şişe şarap konulmuştu.

Kaptan konuştu: “Bunun bir… kutlama olacağı düşünülmüştü, gravimetrik distribütörün sağlam çıktığını ve reaktörün çalışıyor olduğunu gördükten sonra… Eğer gemiyi havaya dikebilirsek, kalkış yapabileceğiz. Şimdi… sıra sizde.”

Sessizlik oldu. “Şey, sen haklıydın,” dedi Doktor, Mühendis’e bakarak. “Batıya doğru çöl var. Aşağı yukarı yüz yirmi mil yaptık, sonra güneybatıya döndük.” Gölün kıyısındaki yerleşim bölgesinden, orayı nasıl filme aldıklarından ve dönüşte karşılaştıkları heykellerden söz etti. Tam burada duraksadı:

“Mezarlık gibiydi, ya da belki bir tapınak. Sonra ne olduğunu anlatmak zor, çünkü ne anlama geldiğinden emin değilim, — ama, tabii, bu yeni bir şey değil burası için. Bir İki-canlı sürüsü belirdi, panik içinde koşuyorlardı; saklanıyorlardı sanki veya birileri tarafından bir yere toplanmaları için güdülüyorlardı. Bu sadece benim izlenimim. Çeyrek mil kadar uzakta, aşağıda — bütün bunlar bir bayırda oldu-küçük bir orman ve oraya saklanan başka İkicanlılar vardı, bizim öldürdüğümüzün cinsinden, yani gümüş rengiydiler. Arkalarında, büyük olasılıkla gizlenmiş şu dönen makinalardan vardı, dev topağaçlardan. Ama biz bunu görmeden önce, bir boru ortaya çıktı, yer seviyesinde esnek bir boruydu ve sonradan zehirli bir süspansiyon ya da gaza dönüşen bir köpük fışkırtmaya başladı. Sanırım bunu inceleme olanağımız var; filtrelerde tortu bırakmış olmalı, sizce de öyle değil mi?” Mühendis’e döndü, o da başını salladı. “Nerede kalmıştım, evet, Kimyager ve ben heykellere bakmak için çıkmıştık, taret açıktı. Ve üstümüze gaz püskürtüldü. Ama en kötüsü Henry’nin başına geldi, çünkü ilk gaz dalgası doğrudan Savunucu’ya verildi. Biz içeri girip tarete oksijen pompaladığımızda, Henry boruya ateş etti — daha doğrusu, borunun olduğunu sandığı yere, çünkü sisten bir şey görünmüyordu.