Выбрать главу

“Antimadde kullandınız tabii?” diye sordu Kaptan sakin bir sesle.

“Evet,” dedi Mühendis.

“Küçük atıcıyı kullanamaz mıydınız?”

“Kullanabilirdim, ama kullanmadım.”

“Biz hepimiz…” Doktor doğru sözcüğü aradı, “…sarsılmıştık. Bu İkicanlılar çıplak değillerdi. Paçavralar vardı üzerlerinde; sanki bir kavgada giysileri parçalanmıştı. Ölenler oldu, gözlerimizin önünde ölüyorlardı. Ve söylediğim gibi, bundan önce az daha zehirleniyorduk. Durum buydu. Sonra Henry borunun devamını bulmaya çalıştı, yanlış hatırlamıyorsam. Öyle değil mi?”

Mühendis başını salladı.

“Bu yüzden ormana doğru indik ve şu gümüş yaratıkları gördük. Mask takmışlardı. Belki de gaz maskeleriydi onlar. Bizi vurdular — ne kullandıklarını bilmiyorum-ve bir farı kaybettik. Aynı anda dev topaç harekete geçti. Yandan, çalıların oradan saldırdı. Sonra da… Henry ateş etti.

“Ormana mı?”

“Evet.”

“Gümüş yaratıklara mı?”

“Evet.”

“Ve topaça da?”

“Hayır, topaç bize çarptı, ama, Savunucu’nun karşısında bir şey yapamadı. Bu arada, elbette, yangın çıktı. Koruluk kağıt gibi tutuştu.”

“İletişim kurmaya çalıştılar mı?”

“Hayır.”

“Peki, peşinize düştüler mi?”

“Bilmiyorum. Büyük olasılıkla, hayır. isteseler, diskler bize yetişirlerdi çünkü.”

Mühendis itiraz etti. “O arazide değil. Bir sürü koyak, aşınma çukuru var orada; biraz, Dünya’daki Jura çağını andırıyor.”

“Anlıyorum. Ve sonra doğru buraya geldiniz, öyle mi?”

“Geri döndük, doğuya saptık.”

Sessizce oturuyorlardı.

Kaptan başını kaldırdı. “Onlardan… çok mu öldürdünüz?”

Doktor Mühendis’e baktı, cevap vermeyeceğimi anlayınca konuştu:

“Karanlıktı. Ormanın içindeydiler. Herhalde, ben… yirmi civarında olduğunu söyleyebilirim. Ama çok daha geride bir şeyler parlıyordu. Orada bu rakamdan çok daha fazlası olabilir.”

“Sizi vuranların kesinlikle İkicanlı olduklarını söyleyebilir misiniz? Başka bir şey olamazlar mı?”

“Onlarda küçük gövde görmedim, sadece şu mask gibi miğferlerden giymişlerdi. Ama şekillerine, boyutlarına ve vücutlarının hareket edişine göre karar verilecek olursa, İkicanlıydılar.”

“Size ateş ederken ne kullandılar?”

Doktor şaşırmıştı.

“Fırlatıcı büyük olasılıkla metal değildi,” dedi Mühendis. “Bu yalnızca bir tahmin. Hasarı inceledim — bakmadan bile. Ama, fazla güçlü değillerdi, benim izlenimim bu.”

“Evet,” diye onayladı Fizikçi. “Şöyle bir baktım da, iki far çökmüştü, ama delik yoktu.”

“Birisi, topaçla çarpışırken ezildi,” dedi Kimyager.

“Ya şu heykeller neye benziyorlardı?” diye sordu Kaptan.

Doktor elinden geldiğince tarif etmeye çalıştı. Beyaz heykellere gelince durdu ve gülümsedi. “Yine, ne yazık ki, mecazi olarak konuşabiliriz…”

“Dört göz demiştiniz? Ve fırlak alınlar?” diye yardım etmek istedi Kaptan.

“Evet.”

“Taştan mı oyulmuşlardı? Yoksa. metal mi? Kalıplar halinde miydiler?”

“Bunu söyleyemem. Ama kesinlikle kalıp değildiler. Esaş olan bir şey var… Oranlarda bariz bir farklılık vardı. Bir tür…” Tereddüt ediyordu.

“Evet?”

“İdealleştirme,” dedi Doktor, sıkıntıyla. “Onları çok kısa bir an için görmemize ve arkasından bir dolu şey olmasına rağmen… Bir karşılaştırma yapmak çok basit olur. Bir mezarlık. Kaçan esirler. Bir polis operasyonu. Gaz kullanılarak yapılan katliam. Ama hiçbir şey bilmiyoruz. Evet, gezegenin bazı sakinleri diğerlerini gözlerimizin önünde öldürdüler, bunun doğruluğu tartışılmaz. Ama kim kimi öldürdü — ve acaba öldürenler ve öldürülenler aynı mıydılar…”

“Eğer aynı değillerse, bu bir şeyi açıklar mı?” diye sordu Sibernetikçi.

“Şey… Ben bir olasılık üstünde düşünüyorum. Dehşet verici olduğunu kabul ediyorum. İnsanoğlu için, bildiğimiz gibi, yamyamlık da budur. Ama ahlakçılar kızarmış maymun yemekte bir kötülük görmüyorlar. Ben bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Ya burada biyolojik evrim şöyle bir gelişme göstermişse: İnsan zekasını taşıyanlarla, hayvan düzeyinde kalanlar arasındaki dış, yani görünür farklar, insan ve maymun arasındaki farklardan çok daha az ise? Bu durumda, bizim tanık olduğumuz, bir avlanma olabilir.”

“Ya şu, şehrin yakınındaki hendek?” dedi Mühendis. “Onlar da av hatırası mıydı, Doktor?”

“Ama emin olamayız…”

“Her ne olursa olsun, elimizde film var,” diye konuşmalarını böldü Kimyager. “Neden bilmiyorum, ama şu ana kadar gerçekten, normal bir şey, yani, gezegendeki günlük ha, yata dair bir şey görmedik. Bu film normalleri gösteriyor — en azından benim edindiğim izlenim bu.”

“İzlenim mi?” dedi Fizikçi hayretle. “Ama görmedin: mi…

“Gün batımından önce çekimi yapabilmek için ışık der dine düşmüştük Ayrıca mesafe de hiç az değildi; yediyüzelli metreden fazla. Ama teleskopik mercekle çekilmiş iki makara filmimiz var. Saat kaç? Henüz on iki olmamış! Şimdi tab edebiliriz.”

“Onları Blackie’ye ver,” dedi Kaptan. “Beyler, sinirli olduğunuzu görüyorum. Evet, şu bir gerçek ki, burada kendimizi kahrolası bir kargaşanın içinde bulduk, ama…”

“Gelişmiş uygarlıklarda iletişimlerin bu noktaya gelmesi kaçınılmaz mıdır?”

Kaptan başını salladı, ayağa kalktı ve masadan şarap şişesini aldı. “Bunu bir tarafa koyalım,” dedi; “Daha uygun bir durum için.”

Mühendis ve Fizikçi Savunucu’yu incelemeye çıktıklarında ve Kimyager tab edilen filmi denetlemeye gittiğinde Kaptan, Doktor’u kolundan tutarak kütüphane raflarının yanına çekti ve alçak sesle sordu: “Dinle, İkicanlıların kaçışma sebebinin, sizin beklenmedik bir şekilde ortaya çıkışınız olması mümkün mü ve saldırı hedefinin İkicanlılar değil de, yalnız siz olmanız… Ne dersin?”

Doktor’un gözleri faltaşı gibi açıldı. “Biliyorsun, bu aklıma bile gelmedi,” diye kabul etti, sonra bir an düşünceye daldı.

“Bilmiyorum,” dedi en sonunda. “Öyle olmadığını söyleyebilirdim… tabii, bize yapılan başarısız bir saldırı yanlışlıkla onlardan bazılarının aleyhine dönmediyse. Ama bir açıklaması daha var,” diye ekledi, düzelterek, “Farzet ki biz yasak bölgeye girmiştik. Kaçanlar ise sınırı ihlal edenlerdi, örneğin, bir yolcu grubu, kim bilir? Burayı gözleyen nöbetçiler de silahlarını, şu boruyu yani, Savunucu’nun görünmesiyle aynı anda ortaya çıkardılar. Kötü bir rastlantı. Evet, böyle olabilir.”

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?”

“Şey, böyle bir açıklama da, ilk yaptığımız kadar geçerli.

Bizim varlığımız konusundaki haberler yayılınca oraya gardiyanlar veya nöbetçiler dikmiş olabilirler. Bundan önce, biz vadideyken, bizden haberleri yoktu ve bu yüzden hiçbir silahla karşılaşmadı…”

“Bilgi ağlarının henüz tek bir izine bile rastlamadık,” diye vurguladı Sibernetikçi, kendi kabininde bir yerlerden. “Yazı, radyo, bantlar… Her uygarlık kendi deneyimlerini biraraya getirmek ve korumak için, öyle veya böyle, bir teknoloji yaratır. Bu da onun gibi bir şey olmalı. Ah, bir şehirlerine gidebilseydik!”