“Savunucu’yla gidebilirdik,” dedi Kaptan, ona doğru dönerek. “Ama bu, sonuçlarını ve bedelini önceden bilemeyeceğimiz bir savaşı hızlandırırdı.”
“O zaman, keşke onların bilimadamlarından ya da Mühendislerinden biriyle oturup konuşabilseydik…”
“Nasıl yapacaksın bunu?” diye sordu Doktor. “Gazeteye ilan mı vereceksin?”
“Bir bilebileydim! O kadar zor olmazdı. Gezegene bir bilgisayar yazılımı ile geliyoruz, kuma iki Pythagoras üçgeni çiziyoruz, birbirimize hünerlerimizi gösteriyoruz…. düşünsenize…”
“Bırakın saçmalamayı.” Girişte dikilen Mühendis’ti bu. “Hadi gelin. Film banyo edildi.”
Görmek için laboratuvara girdiler, geminin en büyük odası oydu çünkü. Kaptan projektörün arkasına geçti. Herkes kendine bir yer bulduktan sonra robot ışığı söndürdü.
Filmin ilk bölümü tamamen yanmıştı. Göl birkaç kez parıldadı; sonra kıyı şeridi görüntüye geldi. Suyun üzerinde rampalar ve payandalarla, oymalarla birbirine bağlı kuleler vardı. Görüntü bulanıklaştı, tekrar odağa geldiğinde her kulenin tepesinde, zıt yöne dönen beş kanatlı pervanelerin olduğunu gördüler. Çok yavaş dönüyorlardı. Bir şeyler rampalardan aşağı kaydı ve göle daldı. Onlar da çok yavaş hareket ediyorlardı ama buna rağmen şekillerini ayırdetmek mümkün’ değildi. Kaptan bu bölümü ikinci kez ve daha hızlı geçti ama gördüklerine eklenen tek şey, bu cisimlerin su yüzeyinde oluşturduğu halkalardı. Bir İkicanlı, arkası onlara dönük, kıyıda dikiliyordu. Koca gövdesinin sadece üst bölümü görünüyordu, geri kalanı, rüzgarın etkisiyle meyilli büyümüş bir tutamla son bulan ince bir kamçının çıktığı fıçı biçimli bir makinanın içinde kalıyordu.
Sahilin yerini, pilonların üstüne oturtulmuş yassı, kutu gibi nesneler aldı. Ekranın diğer bölümünde ise cisimler, sahildeki İkicanlıyı içinde tutana benzer çeşitli fıçılar taşıyorlardı. Ama bunlar boştu.
Yer yer pırıltılar, lekeler, bulanıklıklar oluyordu. Film aşırı ışık almıştı. Lekelerin arasında, küçük, görüntünün kısalttığı figürler, İkicanlılar çiftler halinde farklı yönlere doğru hareket ediyorlardı ve küçük ek gövdeleri tüylerle kaplıydı, bu yüzden sadece küçük kafaları görünüyordu ama resim, adamların, yüzleri ayrı ayrı görebilecekleri kadar net değildi.
Şimdi, büyük bir kütle, ritmik olarak yükselip alçalarak ekranı dolduruyordu. Ekranın alt köşelerinden birine doğru koyu bir sıvı gibi yayıldı. Düzinelerce İkicanlı bunun üstünden karşı tarafa geçti ve sanki küçücük ellerinde bir şeyler tutuyorlardı da, dokunarak, hafif vuruşlarla veya süpürerek, o kütleden öbekler oluşturuyorlardı. Bunlar, arasıra, içinden gri bir kaliksin çıktığı sivri bir tepe halini alıyordu. Resim değişti, ama, hareket halindeki kütle, yenisini doldurmaya devam etti. Detay çok keskindi. Merkezde incecik kalikslerden bir demet duruyordu ve her kaliksin başında, sırayla yüzlerini ona doğru eğen iki veya üç İkicanlı vardı. Kaptan bu bölümü yavaş olarak tekrar geçti: Şimdi İkicanlılar kaliksleri öpüyor gibiydiler. Biri öperken, diğerleri, küçük gövdeleri yarı uzanmış halde, onu seyrediyorlardı.
Resim tekrar değişti. Şimdi adamlar kütlenin koyu bir çizgi ile belirlenmiş kenarını görebiliyorlardı, bu kenar çizgisinin yanında döner küreler hareket halindeydi, bunlar önceden gördükleri disklerden çok daha küçüktü. Helezonik hareket yavaş ve ritimsizdi; sallanan kolları görebilmek mümkündü. Ama bu, filmin bir etkisiydi ve karelerin hızından kaynaklanıyordu.
Ekran yavaş yavaş hareketlendi ama, ağır çekimde her şey, bir sıvının içindeymiş gibi görünüyordu. Adamların, “yerleşim bölgesinin merkezi,” olarak aldıkları, tek tarafı yuvarlatılmış, acayip yarım-fıçıların geçtiği oluklardan oluşan yoğun bir ağ örgüsüydü. Her birinin içinde iki ile beş arası, ama genellikle, üç İkicanlı oturuyordu. Küçük ek gövdelerini “fıçı"nm dışında birleşen bir kemer sarıyordu, ama bu sadece bir yansıma da olabilirdi. Batan Güneş’in oluşturduğu uzun gölgeler yer yer resmi karıştırıyordu.
Olukları üstünden kafes işlemeli, zarif köprüler geçiyordu. Köprülerin bazı yerlerinde dev topaçlar fırıldak gibi döndüler ve bu helezoni, yeniden, bir dizi karmaşık hareket olarak ortaya çıktı, sanki oynak uzuvlar, gökyüzünden, görünmeyen bir şeyler alıyorlardı. Topaçlardan biri durdu ve içinden, parlak bir maddeyle kaplı İkicanlılar indi. Tam, üçüncü İkicanlı belli belirsiz bir şeyi arkasından sürükleyerek çıkıyordu ki, görüntü değişti.
Merkezden kalın bir hat geçiyordu; merceğe, resmin geri kalanından daha yakındı. Bu çizgi — ya da boru-yavaşça sallandı; buna puro biçimli bir nesne birleşmişti ve bir yaprak bulutu gibi bir şeyler saçıyordu. Ama yapraktan ağırdı bunlar, çırpınarak değil, ağırlık gibi düşüyorlardı yere. Aşağıda içbükey bir yüzeyde, dizi dizi İkicanlılar duruyordu ve uzanmış ellerinden yere, kıvılcımlar akıyordu. Fakat nesne yağmuru onlara ulaşmadan yok oluyordu.
Resim değişti. En kenarda iki tane İkicanlı hareketsiz ya tıyordu. Bir üçüncü onlara doğru yaklaştığında yavaşça kalktılar. Birisi sallandı; gizlenmiş küçük gövdesiyle komik bir tepeye benziyordu. Kaptan bu parçayı tekrar aldı. Boylu boyunca uzanmış gövdeler göründüğünde filmi durdurdu, görüntüyü keskinleştirdi, sonra büyük bir büyüteçle ekrana gitti. Ama tek gördüğü beneklerdi.
Karardı. İlk makaranın sonuna gelmişlerdi. ikincinin başı da aynı resmi gösteriyordu ama açı biraz kaymıştı ve biraz daha karanlıktı. Güneş batıyordu. Ekranı çizgiler doldurdu; kamera çok hızlı hareket ediyordu. Beşgen delikleri olan büyük bir kesişen hatlar sistemine bakıyorlardı. Her delikte bir İkicanlı dikilmişti. O rayın altında daha bulanık bir tanesi titreşti. Sonra anladılar ki, alttaki ray yerde bir gölgeydi. Yer kaygan ve düzdü, ıslak betonu andırıyordu.
Ray deliklerindeki İkicanlılar koyu renkli, kocaman giysiler giymişlerdi. Hepsi aynı hareketi yapıyordu: Yarı şeffaf bir şeyle örtülmüş küçük gövdeleri bir o yana bir bu yana eğildi; sanki özellikle yavaş yapılan bir cimnastik hareketi gibiydi. Resim titredi ve yana yattı. Bir an görmek çok zorlaştı. Kararıyordu da. Ray çizgilerinin sonunu gördüler. Çizgilerden biri, belli bir açıda hareketsiz duran büyük bir diskte son buluyordu. Farklı yönlere giden, İkicanlılarla dolu şişkin cisimler trafiği artırıyordu.
Raylar tekrar, bu kez tam tepeden ekrana geldi. görüntünün, boyutlarını kısalttığı İkicanlılar çiftler halinde badi badi dolanıyorlardı. Bunların oluşturduğu bir sürü, yolun ikiye ayrılması gibi, ikiye bölündü. Görüntünün ortasından geçen ve ötesine uzanan bir kablo, keskin parıltılar veren elips kristali veya aynalarla kaplı bir bloku andıran bir şeyi, bulanık tekerleklerin üzerinde çekiyordu. Yanından geçtiği yayaların üstüne ışık plakaları atıyor, sağa sola sarsılıyordu. Birdenbire durdu, saydamlaştı ve içindeki uzanmış bir figürü ortaya çıkardı.
Kaptan makarayı çevirdi, geri sardı ve dikdörtgen cisim sarsılarak yeniden ortaya çıkıp içindekini gösterirken, filmi durdurdu. Herkes ekrana gitti. Orada, ikiye ayrılmış yolun, iki sıra İkicanlının arasında, bir insan yatıyordu.
“Sanırım aklımı kaçırıyorum,” dedi biri karanlıkta.
“Şunu sonuna kadar izleyelim,” dedi Kaptan.
Koltuklarına tekrar oturdular, makara döndü, resim titreşti ve netleşti. Uzun cisimler kalabalığın arasından birer birer geçiyordu ama şimdi, yerlere kadar uzanan ve arkalarından sürüklenen parlak bir kumaşla örtünmüşlerdi. Resim yeniden değişerek, bir yanı eğik bir duvarla sınırlanmış ıssız bir bölgeye geldi. Duvar boyunca çalı öbekleri vardı. Tek başına bir İkicanlı, ekranın tüm boyunu geçen bir olukta yürüyordu. Sonra, paniğe kapılmış gibi, oluktan dışarı zıpladı ve döner bir topaç geçti; parlak bir ışık çakımı ve ardından sis kapladı ortalığı. Sis dağıldığında, İkicanlı hareketsiz yatıyordu. Her şey koyulaştı, neredeyse siyah oldu. İkicanlı kıpırdıyor gibiydi ya da sürünerek uzaklaşacaktı ama ekran yeniden çubuklarla doldu ve beyaza döndü. Film bitmişti.