Işıkları açtıklarında Kimyager, bazı kareleri büyütmek üzere makaraları alıp karanlık odaya götürdü. Ötekiler la’ boratuvarda kaldılar.
“Evet, bütün bunlara ne anlam veriyoruz şimdi?” dedi Doktor. “Hiç düşünmeden ben, iki, hatta üç farklı açıklama yapabilirim.”
Bu Mühendis’i kızdırdı. “Eğer İkicanlının psikolojisi üstüne tam bir çalışma yapmış olsaydın, şimdi olduğundan çok daha fazla şey biliyor olurduk!”
“Bir dakika, benim bunu yapmam mı bekleniyordu?” diye sordu Doktor, herkese bakarak.
“Beyler!” diye bağırdı Kaptan. “Bu, bilimsel bir kongreye benzemeye başladı! Tamam, bu görüntü hepimizde şok ya rattı. Kuşkusuz, bir model maddesinden yapılmış, sahte bir şey bu. Bir ihtimal bilgi ağlarını kullanarak, gezegendeki tüm yerleşim bölgelerine bizim resimlerimizi gönderdiler ve resimlerden de bir insan kopyası oluşturdular.”
“Ama neden böyle mankenler yapma gereği duysunlar ki?” diye sordu Doktor.
“Bilimsel veya dinsel amaçlıdır belki, kimbilir? Ne kadar tartışırsak tartışalım, bunu çözecek değiliz. Kaldı ki, o kadar da tuhaf değil. Bizim gördüğümüz biraz küçük bir üretim merkeziydi. Biz onların… eğlencelerini izlemiş olabiliriz, belki de sanatlarını, bir sokak manzarasını — kıyıda yaptıkları şey; şu, nesneleri boşaltma işi yeteri kadar belirgin olmamasına rağmen.”
“Yeteri kadar belirgin olmamasına rağmen,” diye tekrarladı Doktor. “Doğru ifade.”
“Sonra ordu yaşamına benzer görüntüler de vardı — gümüş giysili olanların, daha önce gördüğümüz gibi, askeri işlevleri var. Son sahneye gelince… Yasalara uymayan bir tanesine verilen bir ceza olabilir, belki de topaçlar için yapılmış bir olukta yürüdüğü içindi.”
“Trafik kurallarına uymayan birine kısa yoldan idam… Biraz fazla vahşice olmuyor mu, ne dersiniz?” dedi Doktor.
“Başka söyleyecek şeyi olan var mı?” diye sordu Kaptan sinirli sinirli.
Fizikçi konuştu: “Görünüşe göre İkicanlılar yalnızca bazı özel durumlarda yaya yolculuk yapıyorlar. Bunun sebebi vücut ölçüleri ve ağırlıkları olabilir ya da uzuvlarındaki oransızlık, özellikle eller ve gövde arasındaki. Bu şekli verebilecek bir evrim ağacı çizmek ilginç olurdu herhalde. Hepimiz el hareketleri yaptıklarını gördünüz — ama hiçbiri ellerini, bir yükü kaldırmak, çekmek, ya da taşımak için kullanmıyor. Belki de ellerinin farklı bir işlevi vardır.”
“Ne gibi?” diye sordu Doktor. Bu, ilgisini çekmişti.
“Bilmiyorum, bu senin alanına giriyor. Ben sadece şunu düşünüyorum: Onlardaki toplumsal bünyeyi anlamaya kalkışmak yerine, önce bireyin, yani toplumun temel taşının üzerinde çalışsak daha iyi olur.”
“Haklısın,” dedi Doktor. “Eller, evet bu, açıklığa kavuşturamadığımız bir konu… Evrim ağacı. İkicanlıların memeli olup olmadıklarını bile bilmiyoruz. Bunun cevabını size birkaç günde verebilirim — ama bu filmde beni en çok etkileyen bu değil doğrusu.”
“Ya nedir?” diye sordu Mühendis.
“Yayaların arasında tek başına birini görmediğimiz gerçeği. Buna dikkat etmiş miydiniz?”
“En sondaki hariç,” dedi Fizikçi. “Kesinlikle.”
Bir süre hiçbiri konuşmadı.
“Filme tekrar bakmamız gerekiyor,” dedi Kaptan, sonunda. “Doktor haklı: Hiç yalnız İkicanlı yoktu. En az çift kişilik gruplar halindeydiler. Ama en başında kıyıda gördüğümüz — evet! — o hariç.”
“O da şu koni biçimli şeyin içinde oturuyordu,” dedi Doktor. “Disklere de tek başlarına biniyorlar. Ben sadece yayalardan söz ediyorum.”
“Onların sayısı fazla değildi.”
“Birkaç yüz kadar vardı. Dünya’da, bir şehrin caddelerine kuşbakışı baktığını düşün. Yalnız yürüyen yayaların yüzdesi oldukça yüksektir. Bazı saatlerde çoğunluğu bile oluşturacaklardır. Ama burada hiç yok.”
“Bu ne anlama geliyor?” diye sordu Mühendis.
Doktor başını salladı. “Hiçbir fikrim yok.”
“Ama bizimle gelen… Ö da tek başınaydı.”
“Ona bunu yaptıran koşulları bir düşün.”
Mühendis cevap vermedi.
“Bakın,” dedi Kaptan, “Bu bizi hiçbir yere götürmeyecek
Sistematik olarak bilgi toplamadık, çünkü biz bir araştırma ekibi değiliz. Bizim başka endişelerimiz var; hayatta kalmak için savaşmak gibi. Şimdi bir hareket rotası belirlemeliyiz. Yarın Kazıcı devreye girmiş olacak. Toplam olarak iki robotumuz, iki yarı-otomatiğimiz var diyebiliriz, Kazıcı ve Savunucu, ki bunlar geminin yüzeye çıkarılmasında yardımcı olabilir. Mühendis’le benim belirlediğimiz plandan haberiniz var mı, bilmiyorum. Ama özü şu: Gemiyi, önce alçaltarak yatay konuma getirmek, sonra da gövdenin altına yapılacak toprak tamponuyla dikey olarak ayağa kaldırmak. Bu, eski çağlarda piramit inşaatçılarının kullandıkları metod. ’Can duvar’ımızı da, kullanabileceğimiz büyüklükte parçalara ayırıp, bir yapı iskelesi o luşturacağız. Elimizde yeteri kadar araç gereç var ve bu maddenin yüksek ısıda eriyip kaynaşabileceğini biliyoruz. Aden sakinlerinin, incelikli davranışlarıyla bize sağladıkları duvarı kullanmamız, işimizi gözle görülür oranda kolaylaştıracak. Üç gün içinde kalkışa hazır olabiliriz.” Adamların kıpırdadıklarını görünce, bir an sustu. “Bu yüzden size sormak istiyorum: Bu kalkışı yapalım mı?”
“Evet,” dedi Fizikçi.
“Hayır,” dedi Kimyager, hemen hemen aynı anda. “Henüz değil,” dedi Sibernetikçi.
Sessizlik çöktü… Ne Mühendis, ne de Doktor henüz fikrini söylemişti.
“Sanırım gitsek iyi olur,” dedi Mühendis en sonunda. Hepsi şaşkınlıkla ona baktı. Devam etti:
“Önceden farklı hissediyordum. Ama bu bir bedel konusu. Sadece bedel. Kuşkusuz, çok şey öğrenebiliriz ama bu bilgileri edinmek… Bunun bedeli, ödeyemeyeceğimiz kadar büyük olabilir. Her iki açıdan da. Bütün bu olanlardan sonra, barışçı bir iletişim ve bir anlaşma noktası bulma olasılığı bana ç’ok uzak geliyor. Her birimizin, hoşumuza gitse de gitmese de, bu dünya ile ilgili kendi görüşü var. Benimki, burada kötü şeylerin olduğu ve bir şekilde buna müdahale etmemiz gerektiği yönündeydi. Ama biz Robinson Crusoe’lar olarak enkazımızla uğraşmaya ve bazı onarımlar yapmaya başladığımız için bir şey söylememiştim. Daha çok bilgi edinmeyi ve makinalarımızın kullanılabilir duruma gelmesini bekledim. Ama şimdi görüyorum ki, iyi ve doğru olduğuna inandığımız şeyler adına yapacağımız her müdahale, en son araştırmamızın vardığı noktaya varacak: Yokedicinin kullanılmasına. Kendimizi her zaman temize çıkarabiliriz, elbette, kendimizi savunduğumuzu söyleyebiliriz vesaire — ama yardım etmek yerine yakıp yıkıyoruz biz.”
“Keşke daha çok şey öğrenebileydik…” dedi Kimyager.
Mühendis başını iki yana salladı.
“Daha çok bilgiyle, her iki tarafın kendince haklı olduğunu görecektik…”
“Katiller haklı olsun ya da olmasın, birileri kurbanlara akıl vermeli,” diye itiraz etti Kimyager.
“Savunucu’nun yokedicisinden başka onlara ne sunabiliriz? Bu akıl almaz güdülmeyi ve katliamı durdurmak için gezegenin yansını yakıp kül ettiğimizi düşün. Ya sonrası?”