Выбрать главу

Tünel, beklenmeyen bir şekilde açılmaya başladı. Toprak şimdi, giderek daha kuru çıkıyordu ve yoğunluk bir süredir azalmıştı. Fizikçi bunu söylemesine rağmen diğerleri kabul etmediler; gemiye sürekli aktardıkları toprak onlara farklı görünmüyordu. Koca bir parça aniden düşüp delikten içeri hava girdiğinde Mühendis ve Kaptan, öncekilerin elleriyle ısınan aletleri kapıp eğri duvarı yontma işini henüz devralmışlardı. Hava akımını hissedebiliyorlardı: dışarıdaki atmosfer basıncı, tüneldekinden ve rokettekinden biraz daha yüksekti. Çapalar ve çelik sırıklar artık çok daha hızlı çalışıyordu. Toprağı içeriye daha fazla aktarmadılar. Mürettebatın kalan kısmı öndekilere yardım edemiyordu, çünkü geriye bağlantıyı sağlayan bir bölme yoktu. Son birkaç vuruştan sonra Mühendis dışarı süzülmek üzereydi ki Kaptan durdurdu. Önce çıkışı genişletmek istiyordu. Son toprak parçalarının da gemiye aktarılması için emirler verdi; böylece tünelin tıkanma olasılığı ortadan kalkacaktı. Bu yüzden altı adamın gezegenin yüzeyine çıkmasından önce, bir on ya da yirmi dakika daha geçti.

DIŞARlSI alacakaranlıktı. Tünel on iki metre yüksekliğinde hafif eğimli bir tepeciğin eteklerine açılmıştı. Ötede, geniş bir açıklık, üzerinde ilk yıldızların yanıp söndüğü ufka doğru uzanıyordu. Uzakta belli belirsiz, ince, ağacımsı şekiller vardı, ama batan güneşin artık çok zayıflamış ışıkları her şeyi koyu bir griye gömmüştü. Adamlar sessizce durdular. Sol taraflarında geminin koca gövdesi havaya doğru bir açı yapıyordu. Mühendis’in tahminine göre altmış metrelik bu gövdenin otuz altı metre kadarı tepeciğin içinde gömülüydü. Ama artık hiçbiri kullanılacak durumda olmayan kanatlar ve egzoz borularıyla son bulan bu dev siluletle ilgilenmiyordu. Soğuk havanın bir isim veremedikleri baygın, yabancı kokusunu içlerine çektiler ve güçlü bir çaresizlik duygusu çöktü üzerlerine. Borular, çapalar ellerinden düştü. Geniş açıklığın karanlığa batmış ufuklarına, tepede parıldayan yıldızlara bakakaldılar.

“Şu Kutup Yıldızı mı?” diye sordu Kimyager yavaşça. Doğuda, alçaktaki titrek bir yıldızı işaret ediyordu.

“Onun buradan görülmemesi gerek. Şu anda… Galaktik Güney Kutbu’nun tam altındayız, evet. Southern Cross da oralarda bir yerde olmalı…”

Yukarı baktılar. Siyah gökyüzü, takımyıldızlarla pırıl pırıldı. Bazılarını, adlarını söyleyerek birbirlerine gösterdiler. Bu, bir süre oyaladı onları. Boş alanda yabancı olmadıkları tek şey yıldızlardı.

“Giderek soğuyor, tıpkı çöl gibi,” dedi Kaptan.

“Bu saatten sonra bir şey beceremeyiz. Gemiye dönsek iyi olur.”

“Ne? O mezara mı?” diye bağırdı Sibernetikçi kızgınlıkla.

“O mezar olmasaydı, burada iki günde telef olurduk,” dedi Kaptan. “Çocuk olma.” Bunu söyledikten sonra arkasını döndü, bayırın bu birkaç metrelik yüksekliğinden güç bela seçilebilen deliğe doğru durmaksızın yürüdü. Bacaklarını sallayıp kendini içeri bıraktı. Bir an için yalnızca kafası dışarıda kaldı, sonra tamamen yok oldu. Diğerleri birbirlerine bakıyorlardı.

“Hadi,” diye mırıldandı Fizikçi. İsteksizce onu takip ettiler.

Dar delikten içeri sürünmeye başladıklarında, Mühendis, sıranın en sonundaki Sibernetikçi’ye “Havadaki kokuya dikkat ettin mi?” diye sordu.

“Evet. Tuhaf, keskin… Bileşimini biliyor musun?”

“Dünya’nınkine benziyor, yalnızca birkaç madde fazlası, adlarını şu an hatırlamıyorum. Ama zararsız. Veriler kütüphanede ikinci rafta, yeşil bir…” Bunları söylerken, kütüphaneyi kendi elleriyle toprakla doldurduğu aklına gelmişti. “Kahretsin,” dedi ve o da kendini tünelden aşağı bıraktı.

Dışarıda yalnız kalan Sibernetikçi birden kendini huzursuz hissetti. Korku değildi ama boğucu bir kaybolmuşluk duygusuydu bu, ya da çevrenin esrarlı görüntüsü belki. Ayrıca solucanlar gibi toprağa geri dönmeyi de alçaltıcı buluyordu. Bunları düşünürken, başını koruyarak Mühendis’in arkasından o da tünelde sürünmeye başladı.

Ertesi gün, yiyeceklerini yukarı taşıyıp kahvaltılarını orada yapmak isteyenler oldu, ama Kaptan buna karşı çıktı. Ona göre bu, başlarına fazladan bir dert açabilirdi. Böylece, hava boşluğunda, iki fenerin ışığında karınlarını doyurdular ve bu arada soğumuş olan kahvelerini içtiler. Sibernetikçi damdan düşer gibi sordu:

“Bunca zamandır nasıl iyi hava soluyabiliyoruz biz?”

Kaptan gülümsedi. Çökük yanakları kirli sakallıydı.

“Oksijen silindirleri zarar görmemiş. Ama arıtma sorunu var; otomatik filtrelerin yalnızca biri çalışır durumda: Bataryaların üstündeki acil durum filtresi. Elektrikli olanlar zaten işe yaramaz. Kısacası altı-yedi gün içinde boğulacaktık.”

“Yani sen bunu biliyor muydun?” diye sordu Sibernetikçi yavaşça. Kaptan cevap vermedi.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Fizikçi.

Yiyecek kaplarını su dolu bir kovada yıkadılar ve Doktor, havlularından biriyle onları kuruladı.

“Atmosferde oksijen var,” dedi Doktor, alüminyum bir tabağı diğerlerinin üzerine fırlatırken. “Bu da, burada hayat olduğunu gösteriyor. Elimizde başka hangi bilgiler var?”

“Hemen hemen hiç. Uzay Araştırma, atmosferden bir örnek almıştı, hepsi bu.”

“İniş yapmadığını mı söylüyorsun?”

“Evet. İniş yapmadı.”

“Bu, bir dolu bilgi demek,” dedi Sibernetikçi. Küçük bir şişedeki alkol ve biraz pamukla yüzünü temizlemeye çalışıyordu. Su stoklarının yetersizliğinden iki gündür yüzlerini yıkayamamışlardı. Fizikçi havalandırma ünitelerinden birinin cilalı yüzeyinde suratını inceledi.

“Hiç yoktan iyidir,” dedi Kaptan yavaşça. “Eğer havanın bileşimi farklı olsaydı, oksijensiz demek istiyorum, benim hatam hepinizi öldürecekti.”

“Ne?” diye bağırdı Sibernetikçi. Neredeyse bardağını elinden düşürüyordu.

“Ve tabii kendimi de,” diye devam etti Kaptan. “Milyarda bir bile şansımız olmayacaktı. Ama şimdi var.”

Çıt çıkmıyordu. Sessizliği Mühendis bozdu.

“Oksijenin varlığı bitkiler ve hayvanlar anlamına mı geliyor?”

“Her zaman değil,” dedi Kimyager. “Küçükköpek Takımyıldızının Alfa gezegenlerinde de oksijen var ama bitki ya da hayvan yok.”

“Ya ne var?”

“Fotoidler.”

“Işıldak bakteri mi?”

“Hayır, bakteri değiller.”

“Her neyse, önemli değil,” dedi Doktor. Kapları ve yiyecek kutularını bir kenara koydu. “Şimdi başka endişelerimiz var. Savunma sistemlerini çalıştıramayız, yanılıyor muyum?”

“Oraya ulaşamayız bile,” diyerek onayladı Sibernetikçi. “Robotların yatak bağlantıları koptu. Bütün döküntüleri kaldırıp götürmek için iki tonluk yük asansörünü kullanırdık ama o da çok dipte bir yerlerde yatıyor.”

“Peki silah işini ne yapacağız?” diye sordu Doktor.

“Jektörler orada,” dedi Sibernetikçi.

“Onları nasıl şarj etmeyi düşünüyorsun?”

“Kontrol odasında akım yok mu? Ama nasıl olur? Son baktığımızda vardı!”

“O gördüğümüz, akümülatörde bir kısa devre olmalı,” dedi Mühendis.

“Jektörler neden önceden şarj edilmedi?”

“Emirler. Onları şarjlı durumda taşıyamayız,” diye mırıldandı Mühendis.

“Emirler mi? Kahretsin!”

“Bu kadar yeter!”

Kaptan"ın sesiyle birlikte Sibernetikçi öfkeyle omuz silkti. Doktor dışarı çıktı. Elinde subaplı, kısa bir oksidize silindirle geri döndüğünde, Mühendis de kabininden getirdiği naylon, hafif bir sırt çantasının ceplerine acil yiyecek paketlerini tıkıştırıyordu. Doktor’un elindeki ilgisini çekti.