“Ah, bir anlatabilseydik ona,” dedi Fizikçi, kendi kendine söyler gibi.
“Bir transfüzyon… ama nasıl?” Doktor gözlerini kapadı. “Öteki!” Sonra daha yumuşak bir sesle ekledi, “Hayır, bunu yapamam. Önce her iki kandan örnek almam gerek, aglütinasyon için…”
“Dinle bir dakika.” Fizikçi onu kenara çekti. “Radyoaktif bölümü, tam, ısının düştüğü anda geçmiş olmalı ve orada rubidyum, stronsiyum gibi sürüyle izotop var. Kanında akyuvar var mı?”
“Evet, ama insandaki gibi değil.”
“Hızlı çoğalan bütün hücreler, tür ne olursa olsun, aynı şekilde etkilenirler. Büyük olasılıkla onun insandan daha çok direnci olmasına rağmen…”
“Neye dayanarak söylüyorsun bunu?”
“Çünkü burada zemin radyasyonu Dünya’dakinin hemen hemen iki katı. Belli bir dereceye kadar buna dayanıklı olmaları gerek. Ben sanmıyorum ki senin antibiyotiklerin burada geçerli olsun…?”
“Kullanılamazlar, evet. Buradaki bakteriler tamamen farklı.”
“Bu durumda… onunla mümkün olduğu kadar çok konuda bağlantı kurmak iyi olur. Eğer insan gibi davranış gösterirse, reaksiyon, yani hissizlik önümüzdeki birkaç saatte başlayacak demektir…”
Doktor başını hızla Fizikçi’ye çevirdi. Mavi gözlerini onlardan ayırmayan İkicanlıdan birbuçuk metre ötede duruyorlardı. “Diğer bir deyişle, ölmeden, bir an önce, ondan mümkün olduğunca çok bilgi pompalamak… Bunu mu demek istiyorsun?”
“Ben tam olarak böyle demek istememiştim,” dedi Fizikçi. Kıpkırmızı olmuştu. “Ama içimizden biri onun yerinde olsaydı… İlk düşüncesi görevini tamamlamak olurdu!”
Doktor acı acı gülümsedi. “Haberi olduktan sonra, belki. Ama biz ona seçme şansı vermedik O bizim yüzümüzden zarar gördü! Bu bizim hatamızdı!”
“Ne yani?. Günahının bedelini ödemek mi senin niyetin? Saçmalama!”
“Anlamıyorsun. Şu gördüğüm,” — yere uzanmış yaratığı gösteriyordu-“Bir hasta ve bu da,” — bu kez kendi göğsüne vurdu-“bir doktor. Ve şu anda burada bir Doktor’un dışında kimsenin işi yok.”
“Ama… bu bizim tek şansımız. Ona zarar vermeyeceğiz ki… Bu bizim hatamız değildi, çünkü eğer…”
“Evet, bizim hatamızdı! İkicanlı zarar gördü, çünkü Savunucu’yu takip etmişti! Bu kadar yeter. Ondan kan almam gerekiyor.”
Bir şırıngıyla yaratığa yaklaştı, biraz duraksadı ve kalkıp ikinci bir şırınga için masaya gitti. “Yardımına ihtiyacım olaçak,” dedi Sibernetikçi’ye dönerek.
İki şırıngayla İkicanlıya yaklaştı ve kendi kolunu sıvadı. İkicanlı seyrederken Sibernetikçi, şırıngalardan biriyle Doktor’dan biraz kan aldı ve geri çekildi. Doktor ikinci iğneyi alıp İkicanlının tenine dokundu, bir damar buldu ve batırdı. ’ İkicanlı kıpırdamadı. Açık kırmızı kanı plastik silindiri doldurdu. Doktor usulca iğneyi çıkardı,* deliğin üstüne bir pamuk topağını bastırdı ve odadan çıktı.
Elinde hala, Doktor’un kanıyla dolu şırıngayı tutan Sibernetikçi, Fizikçi’ye döndü, “Şimdi ne olacak? Ötekileri uyandıralım mı?”
“Doktor sadece aynı şeyleri söyleyecek. Hayır… İkicanlı kendisi karar vermeli. Eğer kabul ederse, Doktor da boyun eğmek zorunda kalır.”
Sibernetikçi şaşkınlıkla ona baktı. “Ama İkicanlı nasıl karar verir? Bilmiyor ve ona anlatamayız!”
“Tabii ki anlatırız,” dedi Fizikçi, Doktor’un kanıyla dolu şırıngaya bakarak. “Doktor kan yuvarlarını hesaplayana kadar on beş dakikamız var. Tahtayı buraya getir!”
“Tahta!” Ve Fizikçi tebeşir parçalarını toplamaya başladı.
Sibernetikçi tahtayı duvardan aldı ve birlikte, İkicanlının karşısına yerleştirdiler.
“Bu tebeşir yeterli değil! Kütüphaneden biraz daha getir, renkli olsun!”
Sibernetikçi çıkarken Fizikçi bir tebeşir parçası aldı ve hızla, içinde gemi olan bir yarımküre çizdi. Yaratığın solgun, mavi gözlerini üstünde hissediyordu. Bitirdiğinde İkicanlıya döndü, parmağıyla tahtayı işaret etti, ıslak bir süngerle sildi ve çizmeye devam etti.
Duvar sağlam. Duvarın önünde Savunucu. Savunucu’nun burnu, nükleer ışın. Fizikçi kalkıp yaratığın yanına gitti, ona dokundu, tahtaya döndü ve bu kez, çizilmiş figüre tebeşirle dokundu. Sonra aceleyle resmi sildi, duvarı yeniden dikti, başka bir yarık yaptı, yarığın çevresini morla iyice belirledi ve bir İkicanlı yerleştirdi, İkicanlının dışında her şeyi sildi ve ardından İkicanlıyı da silerek yerine daha büyük bir tane çizdi. Tahtanın önünde, İkicanlının, her hareketini izleyebileceği bir şekilde durmaya çalışarak, parçalanmış mor tebeşiri figürün ayaklarına sürttü. Arkasını döndü.
İkicanlının o ana kadar Doktor’un şişirdiği kauçuk yas tıkta dinlenmekte olan küçük ek gövdesi yavaşça kalkıp dikildi, buruşuk maymun surat ve fıldır fıldır bakan gözler tahtadan Fizikçi’ye döndü. Sanki, bütün bunların ne anlama geldiğini soruyordu.
Fizikçi başını salladı, bir teneke kutu ve bir çift koruyucu eldiven kaparak laboratuvardan fırladı. Tünelde az kalsın bir robota çarpıyordu; onu tanıyan robot kenara bir adım attı. Yüzeye çıkan Fizikçi eldivenleri giyerek kristal duvarın yarığına koştu. Sığ kraterde diz çöktü ve elinden geldiğince çabuk, cama dönüşmüş kumlardan biraz alıp tenekeye doldurdu. Sonra koşarak tünelden gemiye girdi. Laboratuvarda bekleyen, henüz yalnızca Sibernetikçi’ydi.
“Doktor?” diye sordu Fizikçi.
“Daha dönmedi.”
“Geri çekil. Duvarın önünde otur,” dedikten sonra, tenekedeki açık mor, camlaşmış kumu tahtanın önüne, yere boşalttı.
“Sen delisin!” dedi Sibernetikçi, geri sıçrayarak. Masanın öbür ucundaki sayaç canlanmış, seri bir sesle takırdamaya başlamıştı.
“Sessiz ol! Karışma!” Fizikçi’nin sesi öyle haşin çıkmıştı ki, Sibernetikçi ne olduğunu bilemeden yine oturdu.
Fizikçi saatine baktı. On iki dakika geçmişti. Doktor her an gelebilirdi. Öne eğildi, mor parçacıkları işaret ederek bir avuç dolusu aldı ve çizili figürün ayaklarına doğru götürdü, mor tebeşiri oralara sıvadı. Parçalardan birini çizimin üstüne sürttü, İkicanlının gözlerine baktı, geri kalanını yere bıraktı ve geri çekildi.
Sonra yeniden, kararlı bir adımla yaklaştı, sanki katetmesi gereken uzun bir mesafe vardı ve mor parçacıkların üstüne doğru yürüdü. Orada bir süre durdu, gözlerini kapattı ve yavaşça düştü. Vücudu yere çarparken hafif bir ses çıkarmıştı. Bir an yattığı yerde öylece kaldı, sonra kalktı, masaya gitti ve sayacı alıp tahtanın yanına getirdi. Silindir, tebeşirle çizilmiş ayakların yanına gelince yüksek bir stakatoya boğuldu. Fizikçi aleti tahtanın önünden birkaç kez geçirdi. İkicanlı dikkatle izlerken aynı sonuç tekrarlandı. İkicanlıya döndü ve sayacı bu kez onun çıplak ayak tabanlarına doğru hareket ettirdi. Alet takırdamaya başladı.
İkicanlı, öksürür gibi, hafif bir gürültü çıkardı. Birkaç saniye boyunca — sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelen birkaç saniye boyunca — Fizikçi’nin gözlerinin içine baktı. Fizikçi’nin kaşlarından ter damlalar döküldü. İkicanlı birden gevşedi, gözlerini kapadı ve iki elinin parmaklar tuhaf bir şekilde gerilmiş halde, yastığına gömüldü. Öylece bir süre hareketsiz kaldıktan sonra yeniden oturdu ve Fizikçi’ye uzun uzun baktı.
Fizikçi başını salladı, sayacı masaya koydu, ayağıyla tahtayı dürttü ve Sibernetikçi’ye yavaşça, “Artık biliyor,” dedi.
“Neyi biliyor?” dedi öbürü, bu pandomim onu oldukça sarsmıştı.
“Öleceğini.”