Doktor içeri girdi, tahtayı ve yere dağılmış mor cam parçalarını gördü. “Bu da ne?” diye sordu sinirle. “Ne demek oluyor bütün bunlar?”
“Şimdi iki hastan var demek oluyor,” dedi Fizikçi. Ve Doktor’un hayret dolu bakışlarnın altında, sakin bir şekilde sayacı tekrar eline alıp kendi vücuduna çevirdi. Alet takırdamaya başladı. Radyoaktif zerreler Fizikçi’nin giysisini delmişti.
Doktor’un rengi attı, elinde tuttuğu şırıngayı, silaha sarılmış gibi sıktı. Sonra yavaşça kendine geldi. “Pekala,” dedi. “Hadi temizleyelim seni.” ikisi çıkar çıkmaz Sibernetikçi koruyucu bir tulumu giyerek, aceleyle radyoaktif parçaları toparladı. Sonra bütün alanı dikkatle vakumladı. İkicanlı sessizce uzanmış, onu izlerken, birkaç kez hafifçe öksürdü. On dakika kadar sonra Fizikçi Doktor’la birlikte geri geldi; beyaz kanvastan bir tulum giymişti ve elleriyle boynunda bandajlar vardı.
“Tamam, bu da halloldu,” dedi neşeli bir sesle. “Ciddi bir şey yok. Birinci derece yanıktı, belki o kadar bile değil.”
Doktor ve Sibernetikçi İkicanlının kalkmasına yardım ettiler. İkicanlı, durumu anlayarak kalktı ve uysalca Doktor’u takip etti.
“Peki, bütün bunların amacı neydi?” diye sordu Sibernetikçi. Sinirli sinirli bir o yana bir bu yana adımlayarak, sayacın siyah ağzını odadaki her delik ve gediğe uzatıyordu. Arada sırada tıkırtı biraz yükseliyordu.
“Göreceksin,” dedi Fizikçi.
“Neden koruyucu tulum giymedin sanki? Bir dakikanı alırdı.”
“Her şeyi basit tutmak istedim,” dedi Fizikçi. “Ve olabildiğince de doğal. Özel bir giysi kafasını karıştırabilirdi.”
Sessizlik çöktü. Duvar saatindeki akrep yavaşça yer değiştirdi. Sibernetikçi uykusunun geldiğini hissediyordu. Fizikçi esnedi.
O sırada Doktor, bir önlük giymiş olarak, içeri daldı ve Fizikçi’ye bağırmaya başladı. “Sendin, öyle değil mi? Ne yaptin ona?!”
“Ne oldu ki?” dedi Fizikçi.
“Yatmıyor! Muayene etmeme zar zor izin verdi, sonra kalkıp kapıya gitti.”
Arkasından, aksayarak İkicanlı girdi. Bir bandajın açık ucu, onunla birlikte sürükleniyordu.
“Onu isteği dışında tedavi edemezsin,” dedi Fizikçi, kayıtsızca. Kalktı. “Kumanda odasından bilgisayarı getirmemizi öneriyorum. Bilinene dayanan en yüksek tahmin oranı onda var.” Bunu Sibernetikçi’ye söylemişti. Sibernetikçi irkildi, bir an aptal aptal bakındı ve odadan çıktı, kapıyı açık bırakmıştı.
Doktor, sıktığı yumrukları önlüğünün cebinde, laboratuvarın ortasında dikildi. Sürünme sesiyle birlikte arkasını dönüp dev yabancıya baktı.
“Biliyorsun, öyle değil mi?” dedi, iç çekerek. İkicanlı öksürdü.
Mürettebatın geri kalan üç adamı bütün gün uyudular. Kalktıklarında gece bastırmak üzereydi. Dosdoğru kütüphaneye gittiler ve tabii karmakarışık bir manzarayla karşılaştılar. Masalar, sandalyeler ve yer, kitapların, atlasların, üstünde taslaklar çizili darmadağın yüzlerce kağıdın altında kalmıştı. Kitap ve kağıtların arasına makina parçaları, fotoğraflar, yiyecek kutuları, tepsiler, mercekler, hesap makinaları ve kasetler karışmıştı. Duvara dayanmış yazı tahtasından aşağı sulu tebeşir tozu damlıyordu ve tebeşir tozu, Fizikçi, Doktor ve Sibernetikçi’nin parmaklarını, giysilerinin kollarını, hatta dizlerini kaplamıştı. Tıraşsız suratlar ve kan çanağına dönmüş gözlerle İkicanlının karşısına oturmuş büyük bardaklarla kahve içiyorlardı. Odanın ortasında, eskiden masanın olduğu yerde, büyük bir bilgisayar duruyordu.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu Kaptan, kapıdan.
“Harika. Bin altı yüz kavramın karşılaştırmasını yaptık,” dedi Sibernetikçi.
Doktor kalktı. Sırtında hâlâ önlüğü vardı. “Bu, benim öğüdüm dışındaydı,” dedi ve İkicanlıyı işaret etti: “Ciddi şekilde hasta.”
“Hasta?!” Kaptan içeri girdi.
“Duvardaki radyoaktif yarıktan geçmiş,” diye açıkladı Fizikçi, kahvesini bırakıp bilgisayarın yanına çömelirken.
“Yedi saat öncesine göre yüzde on akyuvar azalması var,” dedi Doktor. “Hyalin dejenerasyonu da sözkonusu, bir in sanda olabileceğinin tamamen aynısı. Onu izole etmek istedim — dinlenmesi gerekiyor-ama o buna izin vermiyor, çünkü Fizikçi yardım için çok geç olduğunu anlatmış ona.”
“Doğru mu bu?” dedi Kaptan, Fizikçi’ye dönerek. Beriki, vızıldayan makinadan kafasını kaldırmadan yavaşça onayladı.
“Peki… çok mu geç?” diye sordu Mühendis.
Doktor omuz silkti. “Bilmiyorum! Eğer insan olsaydı şansının yüzde otuz olduğunu söyleyebilirdim. Ama değil. Duyularını kaybetmeye başladı. Ama apatik durumu yorgunluk ve uykusuzluğun bir sonucu da olabilir. Eğer onu yalıtabilseydim…”
“Bunu hâlâ yapabilirsin,” dedi Fizikçi. Bandajlı ellerini sinirli sinirli oynatıyordu.
“Ya sana ne oldu böyle?” diye sordu Kaptan.
“İkicanlıya nasıl radyasyon kaptığını gösterdim.”
“Ve bunun için kendine de bulaştırdın?!” diye haykırdı Mühendis.
“Öyle oldu.”
Bir süre hiçbiri konuşmadı.
“Olan olmuş,” dedi en sonunda Kaptan, yavaşça. “İyi ya da kötü. Şimdi ne yapıyoruz? Ne öğrendiniz?”
“Bir sürü şey.”
Cevap veren Sibernetikçi’ydi.
“Yüzlerce sembolümüzü öğrendi bile — özellikle matematiksel olanları. Aslında bilgi teorisinde de epeyce ilerledik. En büyük sorun elektriksel yazı: Özel bir donanım olmadan öğrenemeyiz ve bunu kurmak için zaman yok. Şu vücuttaki oyuğa saplanmış tüp parçalarını hatırlıyor musunuz? Bir yazı aletiydi! Bir İkicanlı dünyaya geldiği zaman, hemen vücuduna bir tüp sokuluyor, tıpkı Dünya’daki bazı toplumlarda kız bebeklerin doğar doğmaz kulaklarının delinmesi gibi… Bu İkicanlıda, tüp ’kuşak’taki tellerde son bu luyor. Bu, yaratıkların birinden diğerine değişiklik gösteriyor. Ama görünüşe bakılırsa, yazı, öğrenmeleri gereken bir şey. Binlerce yıldan bugüne uzanan tüp cerrahisi, sadece bir ilk adım.”
“Yani konuşmuyor?” diye sordu Kimyager.
“Konuşuyor. Duyduğunuz öksürmeler — aslında konuşma. Tek bir öksürük, yüksek hıza ulaşmış, bütün bir cümlenin ifadesi. Bunu kaydettik — bütün frekanslar tayfına ayrılabiliyor.”
“Ah! Bu demek oluyor ki onun konuşması, modüle edilmiş anlamlara dayanıyor!”
“Ama sessiz anlamlara. Sesler yalnızca çeşitli duyguları ifade etmede kullanılıyor.”
“Bu elektrik organlar savunma işlevi görüyor mu?”
“Bilmiyorum. Ama soralım.”
İleri doğru eğildi ve bir yığın kâğıdın arasından, üstünde İkicanlının bir diyagramı çizili bir tahta çıkardı. Gövdenin içindeki iki dikdörtgen şekli işaret ederek ağzını mikrofona dayadı ve sordu, “Savunma?”
Yere uzanmış yaratığın yanındaki hoparlör cıyakladı. Öteki adamlar girdiğinden beri küçük gövdesi biraz kalkmış duran ikicanlı, bir an kıpırtısız durdu, sonra öksürdü.
“Savunma. Hayır,” diye bağırdı hoparlör. “Birçok, gezegen devri. Önceden savunma.”. İkicanlı yine öksürdü.
“Organ. Gelişmemiş. Biyolojik evrim. İkincil adaptasyon. Teknoloji ile.” Hoparlör cansız ve monotondu.
“Güzel, güzel,” diyerek, memnun, gülümsedi Mühendis. Kimyager gözleri kısılmış ve kendini iyice vermiş bir halde, dikiliyordu.
“Genetik Mühendisliği!” diye haykırdı Kaptan. “Ya fizik?” diye sordu.
“Bizim bakış açımıza göre tuhaf,” dedi Fizikçi. Çömeldiği yerden kalktı. “O cızırtıyı yok edemiyorum,” dedi Sibernetikçi’ye. “Klasik fizikte,” diye devam etti, “Çok bilgililer. Optik, elektrik, mekanik ve özellikle moleküler mekanik — bir tür kimyasal fizik. O alanda bazı ilginç buluşları olmuş.”