Выбрать главу

“Bir dakika, ’kişisel amaç’ nedir?” diye sordu Sibernetikçi, ötekilerin sabırsızlanmaya başladığını görünce.

“Kişisel amaç, kişisel korunma,” dedi bilgisayar, bu kez İkicanlıya danışmadan.

“Kişisel korunma içgüdüsü?” diye sordu Fizikçi.

“Evet, evet, kişisel korunma,” dedi bilgisayar.

“Bunu anladığını mı söyleyeceksin?” dedi Mühendis, koltuğundan kalkarak.

“Anlamak mı, hayır, ama sanırım, bir hapishane sisteminden bahsediyor. Bu toplumda küçük gruplar var ve birbirlerini kontrol altında tutuyorlar.”

“Gardiyanlar olmadan? Gözaltı olmadan?”

“Zorlama yok dedi.”

“İmkânsız bu!”

“Neden imkânsız olsun? İki kişi düşün: Birinin kibriti var, diğerinin de kibrit kutusu. Birbirlerinden nefret ediyorlar ama ancak birlikte ateş yakabilirler. Öfkeden söz etti. İşbirliği geri-itilimden çıkıyor. Zorlama, bir şekilde, grubun kendi iç dinamiğinin ürünü.”

“Ama ne yapıyorlar? Ne yaratıyorlar? O mezarda yatanlar kim? Ve neden?”

“Bilgisayarın dediğini duymadın mı? ‘Prokrustikler’. Bunun ‘Prokrustes Yatağı’ndan geldiği kesin. Huzuru vahşet yoluyla sağlamak.”

“Aptalca! İkicanlı Yunan mitolojisini nereden bilsin?”

“Bilen o değil, bilgisayar! Kavram tayfında sözcüğün en yakın dengini buluyor! Orada bir çalışma kampı var, ama, yapılan işin amacı veya anlamı olmayabilir. ’Üretim’ sözcü ğünden sonra hem evet, hem hayır dedi. İş, onlara uygulanan ceza.”

“Ama eğer ortada gardiyan falan yoksa çalışmaya nasıl zorlanıyorlar?”

“Zorlama, dediğim gibi, durumun kendisinden doğuyor.’ Batan bir gemide, örneğin, bir kişinin seçme şansı azdır. Belki de onlar hayatları boyunca böyle bir geminin güvertesindeydiler… Kendilerine fiziksel iş ağır geleceğinden, bu biyo-özümseme onların elektrikli organları aracılığıyla oluyor.”

" ’Biyo ve sosyo-özümseme’ dedi.”

“Sonuçta, grup-içi karşılıklı birleşme var. Grubu toplumdan ayıran karşılıklı bir çekim sözkonusu.”

“Bunun pek bir anlamı yok.”

“Ben de senden çok şey bilmiyorum. İletişim kuruyoruz, unutma, iki tarafın da birbirine karşı uzaklığı söz konusu ve aramızdaki bilgisayar, anlamı her iki yöne de aktarıyor! Belki Özel bir bilimsel disiplinleri vardır, belki prokrustikler, böyle grupların dinamiğinin teorisidir; öfkeye dayalı özel bir dengeyi, onları hem birleştiren, hem dış dünyadan soyutlayan bir dengeyi oluşturmak için, hareketlerin, anlaşmazlıkların ve çekimlerin planlanmasıdır…”

“Bunlar bilgisayarın şizofrenik saçmalıklarının senin tarafından değiştirilmiş hali — açıklama falan değil!” diye gürledi Kimyager.

“Çok yoruldu,” dedi Doktor. “Bir ya da iki soru daha, başka yok. Kim sormak istiyor?”

“Benden paso. Belki sizin şansınız vardır.” Bir dakikalık sessizlik oldu.

“Benim bir sorum var,” dedi Kaptan. “Bizim varlığımızı nasıl öğrendiniz?” diye sordu mikrofona.

“Bilgi. Meteorit. Gemi,” dedi bilgisayar, İkicanlıyla kısa bir değişmeden sonra. “Başka gezegenden gemi. Kozmik ışınlar. Ölüm ışınları. Dejenerasyon. Ara. Yoketmek için cam kapsül. Ara. Gözlemevinden gözlem. Patlamalar. Ben yeri saptadım. Ses yönü kaynak. Roketlerin hedefi. Ara. Gece gittim. Bekledim. Savunucu kapsülü yardı. Ben girdim.

Ben.”

“Onlar size geminin indiğini söylediler, içinde canavarlarla?” diye sordu Mühendis.

“Canavarlarla. Dejenerasyon. Kozmik ışınlardan. Ve bizim güvenlikteolduğumuzu. Bu camla. Ben ses saptadım. Hedef. Hesaplandı. Bulundu.”

“Sen canavarlardan korkınadın mı?” diye sordu Kaptan. “Sen… Ölümden arındırılmış değil miydin?”

“Evet,” diye yanıtladı hoparlör, anında. “Ama şans. Bir milyon gezegen devrinde bir.”

Fizikçi başını salladı. “İçimizde kim olsa, bunun için buraya gelmeyi denerdi.”

“Bizimle kalmayı ister misin? Seni iyileştireceğiz. Ölüm olmayacak,” dedi Doktor.

“Hayır,” dedi hoparlör.

“Gitmek mi istiyorsun? Toplumuna dönmek?”

“Dönmek, yok,” dedi hoparlör. Adamlar birbirlerine baktılar.

“Seni iyileştirebiliriz! Ölmeyeceksin!” dedi Doktor. “Söyle bize, iyileşince ne yapacaksın?”

Bilgisayar ciyakladı ve İkicanlı zar zor duyulabilecek kadar kısa bir ses çıkardı.

“Sıfır” dedi hoparlör ve adamların doğru anladıklarından emin olmak ister gibi, “Sıfır,” diye tekrarladı.

“Kalmak da istemiyor, gitmek de,” diye mırıldandı Kimyager. “Bilincini yitiriyor olabilir mi?”

İkicanhya baktılar. Soluk mavi gözleri, üzerlerinde sabitleşmişti. Yavaş, hafif solumasını duyabiliyorlardı.

“Bu kadar yeter,” dedi Doktor, kalkarak. “Herkes dışarı.”

“Sen?”

“Ben birazdan geleceğim. İki uyarıcı aldım; bir süre daha oturabilirim.”

Kapıya yöneldiklerinde, İkicanlının küçük gövdesi geriye düştü ve gözleri kapandı.

Koridorda Mühendis, “Bütün bu soruları ona biz sorduk, neden o bize hiç sormadı?” dedi.

“Ah, o sordu, daha önce,” dedi Sibernetikçi. “Dünyadaki koşullar, tarih, uzay yolculuğunun gelişimi hakkında. Siz gelmeden önceki yarım saat içinde çok daha konuşkandı.”

“Şimdi halsizleşmiş olmalı.”

“Kaptığı radyasyonun dozu az değil. Ve büyük olasılıkla çöldeki yolculuğu da onu yordu, çünkü yaşlı.”

“Ne kadar yaşıyorlar?”

“Altı gezegen devri kadar, bize göre altmış yıldan biraz daha az. Aden yılı daha kısa.”

“Ne yiyorlar?”

’’Bu çok ilginçti işte. Görünüşe bakılırsa, buradaki evrim Dünya’dakinden daha farklı bir yol izliyor. Belli inorganik maddeleri doğrudan doğruya özümseyebiliyorlar.”

“İlk gördüğümüzün içeri getirdiği toprak gibi!” dedi Kimyager.

“Evet, ama bu binlerce yıl önceymiş. Şimdi çağdaşlaşmışlar; bitkileri, açıklıktaki şu kaliksleri yiyecek akümülatörü olarak kullanıyorlar. Kaliksler topraktan çıkıyor ve İkicanlılara gıda olacak bileşikleri depoluyorlar. Farklı bileşikler için, farklı kaliksler ver.”

“Tabiî, onlar yetiştiriyorlar,” dedi Kimyager. “Güneyde bütün tarlalarını gördük. Ama gemiye giren İkicanlı neden toprağı kazıyordu?”

“Kaliksler karanlıkta toprağın altına çekiliyorlar.”

“Öyle bile olsa çok miktarda toprak….”

“Beyler, doğru yatağa,” dedi Kaptan, Fizikçi ve Sibernetikçi’ye. “Biz devralıyoruz. Saat neredeyse on iki.”

“Gece on iki mi?”

“Bütün zaman kavramımızı yitirmişiz.”

Arkalarında ayak sesleri duydular. Kütüphaneden gelen Doktor’du bu. Soran gözlerle ona baktılar.

“Uyuyor,” dedi. “Durumu iyi değil. Siz çıktığınızda, ben… şey bile olduğunu düşünmüştüm…” Sözünü bitirmedi.

“Ona bir şey söyledin mi?”

“Söyledim. Ona sordum — dedim ya, her şeyin bittiğini düşünmüştüm-onlar için yapabileceğimiz bir şey olup olmadığını sordum. Hepsi için.”

“Ne dedi?”

“Sıfır.” Doktor’un sesi bilgisayarınki gibi cansız çıkmıştı.

“Hadi, gidip yatın, hepiniz,” dedi Kaptan. “Ama önce, hazır biraraya gelmişken, size şunu sormak istiyorum: “Gidelim mi?”

“Evet,” dedi Mühendis.

“Evet,” dedi Fizikçi ve Kimyager, aynı anda.

“Evet,” dedi Sibernetikçi.

“Ya sen? Neden konuşmuyorsun?” diye sordu Kaptan, Doktor’a.

“Düşünüyorum. Biliyorsun, ben hiç o kadar meraklı değildim…”