“Nedir o?”
“Bir silah.”
“Ne atıyor peki?”
“Uyutucu gaz.”
Mühendis bir anda kahkahalara boğuldu.
“Sana bu gezegende yaşayan bir şeyi bir gazla uyutabileceğini düşündüren nedir acaba?”
“Eğer saldırıya uğramış olsaydın, her durumda kendini uyuşturabilirdin,” dedi Kimyager. Bu kez, Doktor dahil, hepsi gülmeye başladı.
“Bu, oksijenle solunum yapan her türlü canlıyı etkisiz hale getirebilir,” dedi sonunda. “Ve bir darbe geldiğinde de… izleyin!”
Silindirin altındaki bir tetiği çekti. İncecik bir buhar koridorun karanlığına doğru püskürdü.
“Pekâlâ… elimizde daha iyi bir şey bulunmadığına göre…” dedi Mühendis. Silindire pek güvenmemişe benziyordu.
“Gidiyor muyuz?” diye sordu Doktor. Silindiri ceplerinden birine attı.
“Hadi gidelim.”
Güneş tepedeydi. Uzakta ve küçük olmasına rağmen Dünya’dakinden daha sıcaktı. Ama onları en çok şaşırtan, güneşin tam yuvarlak olmamasıydı. Parmaklarının arasından ve kendi antiradyasyon paketlerini bağlamak için kullandıkları yarısaydam kırmızı kâğıtların arkasından Güneş’i incelediler.
“Kendi ekseni etrafındaki devir hızından dolayı yassı görünüyor, öyle değil mi?” diye sordu Kimyager Kaptan’a.
“Evet, yassılık uçuş sırasında daha belirgindi. Hatırlamıyor musun?”
“O zaman dikkat etmemiştim…”
Güneş’e arkalarını döndüler ve gemilerine baktılar. İçine gömüldüğü alçak tepeden dışarıya doğru meyilli bir çıkıntı oluşturan beyaz, silindirik gövde dev bir topa benziyordu. Gölgede kalan tarafı sütbeyaz ve Güneşin vurduğu tarafı gümüşi parlayan dış yüzeyi zarar görmemişe benziyordu. Mühendis geminin toprağa girdiği kısma yaklaştı, gövdeyi bir kuşak gibi saran toprak kabartısının kenarına çıktı ve elini madeni kaplamanın üzerinde gezdirdi.
“Şu seramit hiç de fena değilmiş,” dedi arkasını dönmeden. “Borulara bir bakabilseydim…” Başını kaldırdı ve açıklığın üzerinde havaya yükselip kalmış çıkıntılara umutla baktı.
“Onu daha sonra yapacağız,” dedi Fizikçi. “Şu araştırma işini halledelim önce.”
Kaptan tepeye ulaşmıştı. Diğerleri de aceleyle ona yetiştiler. Kahverengimsi sarı, pürüzsüz alanın her yanı günlük Güneşlikti ve her yöne doğru değişmeksizin uzanıyordu. Bir gün önce gözledikleri, uzakta yükselen siluetlerin parlak günışığı altında, ağaç olmadığı anlaşılıyordu. Tepede Dünya’daki kadar mavi olan gökyüzü, ufukta yeşilimsi bir renge bürünmüştü. Kuzeyde belli belirsiz sirrus bulutları yavaş yavaş kayıyordu. Kaptan bileğine bağlı küçük pusuladan yönleri kontrol etti. Doktor eğilip ayağıyla toprağı eşelemeye başladı.
“Burada neden hiçbir şey yetişmemiş?” diye sordu şaşkınlıkla.
Bu söz üzerine hepsi duraksadı. Gerçekten de alan gözlerinin görebildiği en son noktaya kadar çırılçıplaktı.
“Giderek artan step iklimi koşullarının etkisi altında kalmış bir bölge gibi görünüyor,” dedi Kimyager tereddütle. “İlerde, batıya doğru uzanan şu arazi yamalarını görüyor musunuz? Oraya doğru renk sarıya kaçıyor. Bu, çöl olmalı. Rüzgar kumu buraya üflüyor; çünkü bu tepe killi.”
“Emin olduğumuz tek şey de bu zaten,” dedi Doktor.
“Keşifte izleyeceğimiz yollar için iyi bir plan yapmamız gerek,” diye söze başladı Kaptan. “Yanımızdaki yiyecek bize ancak iki gün yeter.”
“Yalnız bu olsa iyi; suyumuz da fazla değil,” dedi Sibernetikçi.
“Buradaki suyu bulana dek elimizdekini bölüşeceğiz. Oksijenin olduğu bir yerde su da vardır. Şu aşamalarla ilerlememizi öneriyorum: İlk olarak düz bir çizgi halinde gidelim, elbette, güvenli ve acelesiz geri dönebileceğimiz bir noktaya kadar.”
“Bu, hangi yön olursa olsun, en fazla on beş mil eder,” dedi Fizikçi.
“Kabul edilmiştir. Şimdi tek soru, ne tür bir araştırma yapacağımız.”
“Durun bir dakika,” dedi Mühendis. Az ötede, diğerlerinden ayrı duruyordu ve kafası bir şeye takılmış gibiydi. “Sizce bu çılgınlık değil mi?” dedi. “Bilinmeyen bir gezegenin ortasına düştük, dışarı çıkmayı zar zor başarabildik ve en önemli işi yapmak yerine, yani geminin dışarı çıkarılması için onarılabilecek her ne varsa bütün enerjimizi bunda toplamak yerine, biz, araştırma yapmaya kalkıyoruz. Hem de silahımız ya da savunma adına kullanabileceğimiz bir malzememiz ve en önemlisi de burada ne bulacağımıza dair en ufak bir fikrimiz olmadan.”
Kaptan sessizce onu dinlerken diğerlerine bakıyordu. Hepsi tıraşsızdı ve üç günlük rezillikleri onlara vahşi bir görünüm vermeye başlamıştı. Mühendis’in sözlerinin, hepsini düşündürdüğü açıktı, ama Kaptan’ın ne söyleyeceğini bekler gibi, hiçbiri konuşmadı.
“Altı adam bir uzay gemisini kazma kürekle yerin altından çıkaramaz Henry,” dedi Kaptan, sözcükleri dikkatle tartarak. “Bunu çok iyi biliyorsun. Henüz durum tam olarak belli değilken en küçük bir ünitenin onarımının bile ne kadar süreceğini kestiremeyiz. Bu gezegende yaşayanlar var. Ama bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz. Çarpmadan önce etrafında dolaşmadık bile. Karanlıkta kalan tarafından yaklaşıp, hata sonucu, kuyruğa düştük. Düştüğümüzde karanlık aydınlık sınırına ulaşmıştık Bu arada ben son ekranın yanında yatıyordum. Ve… gördüğüm, ya da en azından gördüğümü sandığım şey… bir şehre benziyordu.”
“Bunu bize neden söylemedin?” diye sordu Mühendis yavaşça.
“Evet, neden?” diye tekrarladı Fizikçi.
“Çünkü emin değildim. Hangi yöne bakmamız gerektiğini bile bilmiyordum. Gemi fırıldak gibi dönüyordu. Şimdi bir şansımız var, evet, küçük de olsa var; yardım alabiliriz. Durumumuzun ne kadar ümitsiz olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Suya ihtiyacımız var. Suyun büyük kısmı döküldü ve kirlendi. Bu durumda, sanırım bazı riskleri göze almamızda pek sakınca yok.”
“Katılıyorum,” dedi Doktor.
“Ben de öyle,” dedi Fizikçi.
Sibernetikçi birkaç adım uzaklaştı ve yüzünü güneye döndü. Diğerlerinin söylediklerini duymak istemiyor gibiydi. Kimyager başını sallıyordu. Mühendis tepenin eteğine indi, çantasını alıp sırtına geçirdi ve sordu:
“Ne tarafa?”
“Kuzeye,” dedi Kaptan. Mühendis yürümeye başlayınca diğerleri de ona katıldı. Birkaç dakika sonra geriye dönüp baktıklarında tepe zar zor seçiliyordu, yalnızca geminin gökyüzüne yükselen gövdesi belirgindi.
Sıcaktı. Yürüdükçe gölgeleri kısalıyordu. Botları kuma saplanıyordu ve sessizlikte duyulan sadece adımlarıyla soluklarıydı. Alacakaranlıkta ağaca benzettikleri ince şekillerden birine yaklaşırken yavaşladılar. Sarı-kahverengi topraktan yükselen, dikey bir gövdeydi bu. Bir fil derisi griliğinde, soluk metalik bir parlaklıktaydı. Alt kısmı bir insan kolundan daha kalın olmamakla birlikte, yukarı çıktıkça genişliyor ve iki metre kadar yüksekteki tepe noktasında yassı bir çanak şeklini alıyordu. Ama kaliksin en tepede açık olup olmadığını aşağıdan görmek mümkün değildi. Tamamen hareketsizdi. Adamlar bu acayip gövdenin altı metre kadar gerisinde durdular ama Mühendis yaklaşmaya devam etti ve dokunmak üzere elini kaldırıyordu ki Doktor, “Dur!” diye bağırdı.
“Şuraya bakın!”
Başlarını kaldırdılar. Az önce otuz, kırk metre ötelerinde etraflarını çevreleyen üç dört tane benzer, uzun, ince gövdenin şimdi bir tanesi bile yoktu.