Bir sonraki saniyede, tahmin edemeyecekleri kadar çok şey oldu. Önce, Doktor dışında hepsinin gözünü alan bir çakım oldu; o, tam zamanında gözlerini kapatmıştı. Saplar bükülüp çökmeye başladığında havaya ince bir buhar yükseldi. Siyah bir duman adamlara doğru puflayarak onları sardı ve ucube ağır, ıslak bir şapırtıyla yere düştü. Belki bir saniye kadar, havası boşalan, yamrı yumru, gri bir balon gibi yerde kaldı. Siyah kıl ise hâlâ üzerinde dansediyor ve çılgın bir kamçı gibi yıldırım hızıyla titreyerek havayı yarıyordu. Sonra yok oldu ve ucubenin birbirinden ayrılmış biçimsiz parçaları süngersi yosunun üstünde salyangoz gibi sürünerek adamların ayaklarının dibinde her yöne dağılmaya başladı. Tek kelime etmelerine fırsat kalmadan, yaratığın kaçışı — ya da dağılışı-tamamlanmıştı bile: Tırtıl büyüklüğündeki son parçalar da sapların arasında toprağa oyuklar açarak gözden kayboldular. Bütün bunlar ekşi, berbat bir koku bıraktı.
“Bir tür koloni mi?” diye sordu Kimyager. Ellerini gözlerinin üstüne bastırdı; hâlâ siyah noktacıklar görüyordu.
“E pluribus unum,” diye yanıtladı Doktor. “Veya e uno plures, eğer Latincem doğruysa. Tehlike sezdiği anda bölünen bir tür olmalı…”
“Rezil bir kokusu var,” dedi Fizikçi. “Hadi, çıkalım buradan.”
“Evet, hadi,” diye onayladı Doktor. On beş, yirmi metre kadar gittiklerinde ise, “O kıla dokunsaydım ne olurdu, merak ediyorum,” dedi.
“Bunu öğrenmek sana çok pahalıya patlayabilirdi,” dedi Kimyager.
“Hiçbir şey de olmayabilirdi. Evrim birçok zararsız türe bazen çok korkunç görüntüler verebiliyor.”
“Şuraya bakın, yan tarafa doğru ortalık daha bir aydınlanıyor sanki,” dedi Sibernetikçi. “Hadi, bu lanet olası örümcek ormandan çıkalım!”
Bir ırmağın sesi geldi kulaklarına ve durdular. Yürümeye devam ettiklerinde ses de artıyordu ama giderek zayıfladı ve sonunda tamamen kesildi. Kaynağını bulamadılar. Orman’ seyrekleşiyordu, yerler ise artık yumuşaktı, hattâ balçıklaşmıştı… Yürümekte zorlanıyorlardı. Ara sıra, ayaklarının altından, ıslak çimin çıkardığı gıcırtılara benzer sesler geliyordu, ama görünürde su yoktu.
Kendilerini, çapı otuz metre kadar, dairesel bir oyuğun kenarında buldular. İçinden, birbirine fazla yakın olmayan, sekiz bacaklı bitkiler yükseliyordu. Çok yaşlı görünüyorlardı; eğrilmiş sapları merkezdeki şişkin bölümlerini güçlükle taşıyor gibiydi. Örümceklere benziyorlardı; adamların o güne kadar görmedikleri büyüklükte, dev, cılız örümceklere. Oyuğun dibinde şuraya buraya dağılmış, toprağa yarı gömülmüş, pas renginde, iri metal parçaları vardı ve yer yer sarmaşıklarla örtülmüştü. Mühendis küçük bir yokuş bulup yavaşça aşağı kaydı. İçine girdiğinde, önceden onlara yalnızca bir oyuk gibi görünen bu deliğin, bir kratere, hatta bir bomba kraterine daha fazla benzediğine karar verdi.
“Savaş mı olmuş dersin?” dedi Fizikçi. Sırtın tepesinden, Mühendis’in en büyük “örümceğin,” dibindeki iri bir parçaya yaklaşıp, onu kıpırdatmaya çalışmasını izliyordu.
“Demir mi?” diye aşağıya bağırdı Kaptan.
“Hayır!” diye bağırarak cevap verdi Mühendis. Parçalanmış bir koniye benzer bir cismin arkasında kayboldu, sonra bir sap yığınını zorlayarak çatırtıyla arasından çıktı. Kaşları çatılmıştı. Uzanan eller yukarı çıkmasına yardım etti. Durumdan hiç de hoşnut görünmüyordu; ötekilerin soru dolu bakışlarına omuz silkti. “Ne olduğunu bilmiyorum. Sadece yıkıntılar. Erozyonun üstünden epey zaman geçmiş, çünkü yüz, hatta belki üç yüz yaşında görünüyorlar…”
Adamlar çukuru yine askeri bir sıra ile ve bitkilerin en az” olduğu yerleri hedefleyerek sessizce geçtiler. Bir bölgede ise bitkiler sona eriyordu; sanki, dar pir geçit oluşturmak için bölünmüşler ve kusursuz, dümdüz bir koridor çıkarmışlardı ortaya. Saplar burada, kesilmiş ve çiğnenmişe benziyordu, büyük böcek karınları ise diğer bitkilerin üstüne itilmişti. Bunlar da, soyulmuş ağaç kabuğu gibi kırıklarla kaplı, yassı ve kuru bitkilerdi. Adamlar bu geçidi kullanmaya karar verdiler. Ölü sapların arasından güçlükle yürümecak kadar yaklaşmışlardı. Liflerden dokunmuş, kalın bir paspas gibi görünüyordu. Doktor yerden bir taş alarak duvara fırlattı. Ama taş kıpırdayan yüzeye değmeden önce, erimiş veya buharlaşmışçasına yok oldu.
“İçine mi girdi?” diye sordu Sibernetikçi tereddütle.
“İmkansız!” dedi Kimyager. “Ulaşmadı ki…”
Doktor yerden bir avuç dolusu daha taş aldı ve hepsini hızla duvara attı; hepsi duvara birkaç inç kala yok oluyordu. Bu kez Mühendis, anahtarlığından bir anahtar çıkardı ve tam o an şişkin duruma gelmiş olan yüzeye fırlattı, ama, metale çarpmış gibi bir şıngırtının ardından o da kayboldu.
“Şimdi ne oldu?” diye sordu Sibernetikçi, Kaptan’a bakarak. Kaptan konuşmadı. Doktor sırt çantasını yere koydu, içinden çıkardığı kutuyu açıp bir parça jelatinli et kesti ve onu da “perde” ye attı. Et parçası yüzeye saplandı, bir süre orada asılı kaldı ve eriyormuş gibi yavaş yavaş kaybolmaya başladı.
“Bu bir tür filtre,” dedi Doktor. Gözleri parlıyordu. “Seçici bir zar… ya da onun gibi bir şey…”
Kimyager, çantasının kayışlarından birinin tokasında “örümcek,” bitkilere ait çürümüş bir filiz buldu; çalılığın arasından geçerken takılmış olmalıydı. Hiç düşünmeden, dalgalanan duvara bunu attı. Filiz sıçradı ve ayaklarının dibine düştü.
“Bir selektör…” dedi, ama, pek emin değildi.
Doktor duvarın yanına gitti. Gölgesi değecek kadar yakınındaydı. Uyutucu silahını kaldırdı ve tetiği çekti. İnce gaz, duvarda hemen bir delik açmıştı. Ortaya çıkan siyah boşluktan, aşağı ve yukarı uçuşan kıvılcımlar ve daha derinlerde de yanıp sönen, minik, pembe-beyaz ışıklardan oluşan bir kalabalık göründü. Doktor geri çekildi; acı koku burnunu ve genzini yakmış, nefesini tıkamıştı.
Delik iris gibi büzüldü. Duvardaki dalgalar ona yaklaştıkça yavaşladı, etrafında, üzerinde, altında dolandıktan sonra yine eski ritmi buldu. Delik küçüldü. Birden, içinden siyah, parmak gibi bir şey belirdi ve kenarında hızla gezdi. Delik kapanmıştı ve adamlar bir kez daha kendilerini ritmik hareketlerle yükselip alçalan yüzeyin önünde buldular.
Mühendis biraz durup düşünmelerini önerdi. Ama Dok, tor karşı çıktı; bunun geri adım olacağını düşünüyordu. Sonunda yollarını duvar boyunca devam etmeye karar vererek çantalarını toplayıp yürümeye başladılar. Açıklığa uzanmış bir düzineden fazla yosun oluklarını geçerek iki mil kadar gittiler. Bu olukların ne olabileceğini tartıştılar. Sulama hipotezi, pek akla yakın bulunmayarak çürütüldü. Doktor koyu yeşil, tekerlek izi gibi oluklardan yolduğu bazı bitkileri incelemeye çalıştı. Bunlar yosun gibi görünüyorlardı ama kökçüklerinde, içleri minik, sert, siyah zerrelerle dolu, boncuk gibi yuvarlaklar vardı.
Öğleyi geçmişti. Bir şeyler yemek için durdular. Hiçbir yerde gölge yoktu, ama sol tarafta kalan bir kilometre uzaklıktaki koruluğa dönmek niyetinde de değildi hiçbiri; örümcek bitkiler son derece huzursuz ediciydi çünkü.
“Çocukken okuduğum kitaplara göre,” dedi Doktor, ağzı dolu, “Ateş püskürten bir nesne şimdi bu duvarı açmalıydı ve dışarı üç kollu, tek bacaklı bir yaratık çıkmalıydı. Kolunun altında bir yıldızlararası telekomünikatörle — ya da kendisi telepatik olabilir-bize, kendisinin çok gelişmiş, karmaşık bir uygarlığın temsilcisi olduğunu ve ’