Выбрать главу

“Abuk sabuk konuşmayı bırak,” dedi Kaptan. Termostan fincanına sıcak su doldurdu. “Ne yapacağımıza karar versek iyi olur.”

“Bence oraya girmemiz gerekiyor,” dedi Doktor ve bunu yapacakmış gibi kalktı.

“Nereye girmemiz gerekiyor?” diye sordu Fizikçi tembel tembel.

“Sen aklını kaçırdın galiba!” diye söylendi Sibernetikçi bağırır gibi.

“Kesinlikle iyiyim. Ama, tabii, yabancıların bize yiyecek bir şeyler atmasını umarak sonsuz yürüyüşümüze devam da edebiliriz.”

“Hadi, ciddi ol biraz,” dedi Mühendis.

“Ben çok ciddiyim. Neden biliyor musun? Nedeni gayet basit; burama kadar geldi.” Bunu söyledikten sonra arkasını döndü.

“Dur!” diye bağırdı Kaptan.

Doktor onu duymamış gibi duvara doğru yürüdü, ötekiler kalkıp arkasından koşmaya başladıklarında duvarla arasında yalnızca birkaç metre kalmıştı. Arkasındaki koşuşmayı duyunca elini uzattı ve duvara dokundu. Eli kaybolmuştu. Bir saniye öylece durduktan sonra bir adım attı ve tamamen yok oldu. Ötekiler durdu, soluklan tıkanmıştı. Doktor’un hâlâ görünen sol ayak izinin bulunduğu yere diz çöktüler. Birden tepelerinde Doktor’un kafası belirdi; bir bıçakla gövdesinden ayrılmış gibiydi. Gözlerinden yaşlar geliyordu ve arka arkaya, yüksek sesle hapşırmaya başladı.

“Burası çok boğucu,” dedi, “İnsanın burnunu sızlatıyor. Ama birkaç dakika dayanılabilir. Biraz gözyaşı gazına benziyor. Hadi, gelin. Canınız yanmayacak, hissetmeyeceksiniz bile.”

Omzunun hizasından bir kol belirdi havada. “Seni kahrolası!” dedi Mühendis, korkuyla karışık, imrenerek Doktor’un, sıkıca yapıştığı eli onu içeri çekti ve bir anda o da gözden kayboldu. Teker teker, dalgalanan duvardan geçtiler. Sibernetikçi sonuncuydu. Tereddüt ediyordu. En sonunda, kalbi çarparak, gözlerini kapattı ve bir adım attı.

Karanlık bir andan sonra her şey, birden aydınlandı. Kendini, bir esinti ve titreşimin olduğu geniş bir yerde, diğerlerinin yanında buldu. Bir yandan öbür yana uzanan dev boyutlardaki diyagonal ve dikey borular çapraz hatlar çizerek hareket ediyordu. Kalınlıkları her yerde aynı değildi; bazen tümsek oluşturarak, bazen incelerek dönüyor, sarsılıyorlardı. Bu durmaksızın kaynaşan parlak şekiller ormanının derinliklerinden bir şırıltı geliyordu. Hızlanıyor, duruyor ve bir çağıltı onu izliyordu. Ve bu ardışıklık sürüp gidiyordu.

Acımsı havadan, hepsi birbiri ardına aksırmaya başladı, gözleri yaşarmıştı. Mendillerini yüzlerine tutarak, içeriden siyah bir şurup şelalesi gibi görünen duvardan geri çekildiler.

“Sonunda, tanıdık bir şey… Bir fabrika… evet, otomatik bir fabrika bu,” dedi Mühendis, iki hapşırık arasında.

Yavaş yavaş kokuya alıştılar ve hapşırıklar dindi. Sulu gözlerini kırpıştırarak etrafa bakındılar.

Taban lastik gibi yaylıydı. Onion iki adım ötelerindeki, İnsan kafası büyüklüğünde parıldayan cisimlerin yukarı fışkırdığı siyah kuyuların yanına gittiler. Hareketin yüksek hızı, adamların cisimlerin şekillerini tam olarak görmelerini engelliyordu. Borulardan biri, havaya yükseldikten sonra lam kuyuya düşecekleri sırada, onları içine çekti. Ama tam olarak gözden kaybolmamışlardı, çünkü, pembemsi kızarıklıkları borunun titreyen duvarlarında camı hafifçe renklendiren bir boya gibi gözükmeye devam ediyordu. Böylece borutiun içindeki bu yolculuğu izlemek mümkün oluyordu.

“Taşıyıcı bir bant,” dedi Mühendis, mendilinin arkasından. “Kitle üretimi.”

Adımlarını dikkatle atarak kuyuların etrafında dolaştı. Buradaki ışığın kaynağının ne olabileceğini düşünüyordu. Tavan yarısaydamdı, ama homojen, gri rengi, görünmez akımın sürüklediği bu cisimler karmaşasında dağılıyordu. Bütün bu hareket, aynı tempoyu elde etmek için hazırlanmış bir orkestrasyon gibiydi. Sıcak madde fıskiyeleri havaya yükseliyor ve aynı şey yukarıda da oluyordu; tavanın altında kırmızı kollan görebiliyorlardı.

“Son-ürünün nerede depolandığını bulmalıyız,” dedi Mühendis.

Kaptan onun omzuna dokundu. “Sence ne tür bir enerji bu?”

Mühendis omuz silkti. “Hiçbir fikrim yok.”

“Tamamlanan ürünün yerini bulmak bir yıl sürer; bu oda millerce uzunlukta,” dedi Fizikçi.

İlginçti, ama koridorun derinliklerine gittikçe nefes almak kolaylaşıyordu, sanki acı koku sadece duvardan geliyordu.

“Kaybolduk, öyle değil mi?” dedi Sibernetikçi. Çok huzursuz olmuştu.

Kaptan pusulasını kontrol etti.

“Hayır. Doğru yöndeyiz… Büyük olasılıkla, burada demir veya elektromanyetizma olmadığına göre…”

Etraflarındaki alan giderek açılana kadar, bir saatten fazla, bu garip fabrikanın canlı ormanında dolaştılar. Adeta donmuş bir rüzgâra benzeyen soğuk bir hava hissettiler. Boru ağı sürekli bölünerek uzuyordu. Kendilerini helezonik, koca bir huninin ağzında buldular. Yukarıdan huniye doğru kamçı gibi sarkan uzun dallar, uçlarında birer boğumla son buluyordu. Siyah ve parlak cisimler boğumlardan huniye hızla yuvarlanırken nereye gittiklerini görebilmek mümkün değildi, çünkü bu işlem beş, altı metre kadar yüksekte gerçekleşiyordu.

Huninin koyu gri duvarı genişlemeye başladı, bir şeyler içeriden itiyordu. Refleksle geri çekildiler, bu şişen balon görüntüsü çok ürperticiydi. Ardından sessizce yarıldı ve tepedeki delikten siyah cisimler dökülmeye başladı. Aynı anda, daha aşağıda geniş bir kuyudan, kenarları dışa kıvrık bir tekne ortaya çıktı ve cisimler gümbürtüyle buna yuvarlandılar. Tekne onları bir şekilde sarstıktan sonra, birkaç saniyede sığ tabanındaki bir düzgün dörtgenin içinde hareketsiz Duran diğerlerinin yanına gönderdi.

“İşte son-ürün!” diye haykırdı Mühendis. Hiç düşünmeden ağıza doğru koştu, eğildi ve en yakındaki siyah cisme uzandı. Kaptan son anda onu tulumunun kayışından yakaladı ve bu, Mühendis’in tekneye başaşağı düşmesini engelleyen tek şey oldu;” çünkü, bir kişinin taşıyamayacağı kadar agır olan cismi iyice kavramıştı. Dışarı çıkarmak için Doktor ve Fizikçi’nin yardımı gerekti.

İçinde parlak, metalik kristal dizilerinin olduğu yarısaydam bölümleri, girintili çıkıntılı şişkinliklerle çevrili delikleri ve tepesinde, ışığı yansıtmayan, ender rastlanan cinste sert bir maddeden yapılmış pürüzlü çıkıntılar olan, bir insan gövdesi büyüklüğünde bir “şey” di bu. Kısacası aşırı karmaşıktı. Mühendis diz çökerek ona dokundu, değişik açılardan delikleri inceledi; hareket eden bölümleri olup olmadığını görmeye çalışıyordu.

O sırada Doktor dikkatle tekneye bakıyordu. Siyah cisimlerden geometrik bir dörtgen oluşturduktan sonra biraz yükseldi, ekseni etrafında döndü ve birden gevşedi, ama bu sadece tek yönde olmuştu. Şekil değiştirdikten sonra koca bir kaşığa benzedi. Ardından dışarı büyük bir hortum çıktı ve sıcak, acı bir koku yayarak açıldı. Ağız gürültüyle siyah cisimleri yuttuktan sonra, tepesindeki hortumun ortasından kızarmaya başlamasıyla, yeniden kapandı. Doktor, cisimlerin kızgın, turuncu bir çimento oluşturmak üzere eriyip kaynaştığını gördü. Daha sonra kızarıklık zayıfladı ve hortum karardı.

Doktor arkadaşlarını unutmuştu. İçine erimiş madde kümelerinin aktığı korkunç birer yemek borusuna benzeyen iki yüksek sütunun etrafında dolandı. Boynunu yukarı uzatarak, sulanan gözlerini arada bir silerek akkor çimentonun boru labirentinde nereye gittiğini izlemeye uğraştı. Zaman zaman gözden kayboluyordu, ama Doktor, dolambaçlı siyah kanalların derinliklerindeki kızarıklığı görünce izini yeniden bulduğunu anlıyordu. Sonunda tanıdık gelen bir noktada durdu ve yakındaki benzerleri açık kuyuların birinden fırlatılırken, oluşumunu kısmen tamamlamış kırmızı, sıcak cisimlerin, sadece, fil gövdesi gibi, tepeden sarkan bir dizi boru tarafından yutulmak üzere bir çukura yağdığını gördü. Borulardaki yolculuk sürüyordu ve şimdi renkleri pembeydi; belli ki soğuyorlardı. Doktor yürümeye devam etti. Önüne bakmadan, gözleri arkada giderken az daha düşüyordu, boğuk bir çığlık attı.