- Mademki münasebetsizlik etmiştin; bunu tamire imkân yok muydu?
- Yanlış hareket ettim enişte, çok yanlış hareket ettim. Feride, öyle derin bir infial içinde bizden ayrılmıştı ki, izini keşfettiğim vakit, birdenbire üstüne düşmekten korktum. Onun sadece kalbi değil izzetinefsi de yaralanmıştı. Bir başına yabancı memleketlere gitmek için kim bilir, ne kadar mütees-sirdi? Aradan hiç olmazsa altı aylık bir zaman geçmeden beni görürse belki büsbütün hırçınlaşacak, vahşileşecek, daha büyük bir delilik edecekti. Baharı zorla beklemiştim. Çahkuşu'nu, bulunduğu köy mektebinde yakalamak için yola çıkmaya hazırlanıyordum. Tam o zaman o aksi hastalığım başladı. Üç ay yatakta kaldım. B.'de onu bulmaya gittiğim vakit ise iş işten geçmişti. Bana, Feride'nin hasta bir bestekârı sevdiğini, vefasız başını çağlayan kenarında sevgilisinin dizlerine koyarak, gözlerine baka baka tambur çaldırdığını söylediler. Düşün enişte, senelerce bu başı, bu gözlen: "Benim, yalnız benim!" diye bekledikten sonra bir gün böyle...
Kâmran, devam etmedi. Marmara'dan gelen serin akşam rüzgârından çekiniyor gibi boynunu pardösüsünün yakası içinde daha ziyade saklıyor, uzaklarda tek tuk kızıllanmaya başlayan balıkçı ateşlerini seyrediyordu.
A/iz Beyin de neşesi kaçmıştı.
- Kâmran oğlum, sen korkarım ki o vakit de ikinci bir budalalık ettin. Çalıkuşu, keşke bunu yapabilecek, kolayca kendini avutacak bir kız olsaydı, hiç olmazsa mesut olurdu; takat hiç zannetmem.
Kâmran, acı bir gülümsemeyle başını salladı:
- O cihetten müsterih olunuz enişte. Feride, iki seneden beri çok bahtiyarmış, gözüyle görenlerden işittim. Kocası ihtiyar, fakat zengin bir doktormuş. Arkadaşlarımdan bir mülkiye müfettişinin karısı -ki Feride'nin eski bir arkadaşıdır- geçen sene bir gün Kuşadası'nda ona tesadüf etmiş, Çalıkuşu, eskisi gibi mütemadiyen gülüyor, söylüyor, şaka ediyormuş. Şehirden üç dört saat uzak mesafede bir çiftlikte yirmi kadar çocukla uğraştığını, pek mesut olduğunu söylemiş. Kocasından yarım saat ayrılmaya tahammül edemiyormuş. Arkadaşı, istanbul'dan, akrabalarından bahsetmek istemiş. Feride çabucak sözü kapatmış. "Ben, ne o memleketi, ne o insanları artık hatırlamıyorum bile!" demiş. Feride'ye karşı kusurlarım, haksızlık-larım çok enişte, bunu biliyorum. Fakat, siz de insaf edin, onun da beni bu kadar çabuk unutması doğru muydu? Mamafih, bunlar lüzumsuz sözler, artık devam etmeyelim. Size uğurlar olsun. Ben, arabadan iniyorum. Yürüye yürüye eve geleceğim. Bu bozuk yollar, beni fena halde sarstı. Aziz Bey içini çekti:
- idare adamları hakikaten bedbaht insanlar. Şu yolları senelerce evvel kendim yaptırdım. Irgat başı gibi, güneşin altında yandım. Herhalde seni sarsan yollar değil. Kâmran, iftira etme. Ne iyi etmişler de yedi sene evvel beni bu mutasarrıflıktan azletmişler. Haydi oğlum, fakat geç kalma, çünkü ihtiyarlık, teyzeni de beni de berbat etti. Geç kalırsan, o meraktan; ben açlıktan bayılırız.
Kâmran'ın arabadan indiği yer yine o köprübaşıydı. On sene evvel yine böyle bir ağustos sonu akşamında buraya kadar gelmiş, çürük tahtaların üstüne oturarak ayaklarını sallamıştı.
Tekirdağ'da bulunduğu yirmi günden beri âdet etmişti. Her akşamüstü buraya kadar gelir, sonra yolların alacakaranlığı içinde yavaş yavaş, düşüne düşüne geri dönerdi.
Kocasının bu muvakkat memuriyetle Anadolu'ya gittiği günden beri çocuklarıyla beraber Tekirdağ'da oturan Müjgân, bir akşam Kâmran'a:
- Çok yorgun görünüyorsun, galiba uzaklara gittin? demişti.
Kâmran, hüzünle gülümseyerek cevap vermişti:
- İyi tahmin ettin Müjgân, çok uzaklara gittim, on senelik uzak bir maziye.
Daha başka şeyler söyleyecekti, fakat Müjgân bu sözden bir şey anlamıyor gibi dudaklarını bükmüş, sadece:
- Öyle mi? diyerek arkasını çevirmişti. Müjgân, kadın kalbinin o kadar inatçı olan gizli infiallerinden biriyle senelerden beri Kâmran'a dargındı. Onun yanında Feride için bir tek kelime söylemiyordu.
A,
Kâmran, bahçelerin arasından yavaş yavaş eve dönerken iyiden iyiye akşam olmuştu. Karşı dağlarda gün hâlâ sönmemişti. Kenarlarından doğru dolmaya yüz tutmuş, seçkin menekşelere benzeyen bir gece başlıyordu.
Genç adam, bahçe aralarındaki yollardan birinin yanında durdu, onun ateşböceklerinin yıldızlarıyla benekli yeşil karanlığını uzun uzun seyretti. O akşam, Feride'nin bu yoldan çıktığını görmüştü. Kenarlarında kısa saçlarının lüleleri çıkan başörtüsü, beyaz, kısa tersane elbisesiyle Çalıkuşu'nun önünde yürüdüğünü, topuksuz çocuk potinlerinin ucu ile taşları sektirdiğini hâlâ görüyordu.
Vakit epeyce geçmişti. Evdekilerin merak edeceklerini bildiği halde bir türlü gitmek istemiyor, eski bir rüyanın izlerini arar gibi yollarda gecikiyordu.
Uzakta, sokak kapısının önünde beyazlı bir kadın hayaleti gördü. Müjgân'dı. Ekseri akşamları en küçük çocuğu ile beraber caddeye çıkar, onu koltuklarından tutarak yürüme talimleri yaptırırdı.
Kâmran'ı görünce uzaktan kolunu sallamaya başladı:
- Kâmran, ne kadar yavaş yürüyorsun? Nerede kaldın bu vakte kadar?