- Hiç Müjgân, hava pek güzel de.
Müjgân'ın bu gece yanında çocuğu yoktu. Buna mukabil halinde bir tuhaflık, daima sakin yüzünde biraz heyecan görünüyordu.
- Müjgân, sende bir hal var!
Genç kadın bir şeyler söylemek istiyor, fakat kelime bulamıyordu. Bir adım geri çekildi, kapı ile iç duvarın arasındaki köşeyi göstererek:
- Bak, bugün kim geldi Kâmran? dedi.
Kâmran, hayretle başını çevirdi, iç kapıdaki fenerden süzülüp gelen mavimsi aydınlığın içinde ta yakında Feride'nin ela gözlerini gördü. Bebeklerinden birer mavi yıldız parlayan bu gözler gülüyor, biraz solgun ve süzgün görünen bu güzel yüz gülüyor. Feride -altı seneden beri hayalperest gözlerini her yumdukça gördüğü gibi- ta yakınında, kalbinin içinde gülüyordu. Kâmran, hafifçe sallandı, güzel bir rüyayı kaybetmekten korkanlar gibi bir an gözlerini yumdu, yanında dayanacak bir yer aradı. Birbirlerine söyleyecek söz bulamıyorlar, sadece tit-reye tireye bakışıyorlar, dudaklarıyla birbirlerine gülümsemeye çalışırken gözlen yaşlarla perdeleniyordu. Müjgân, bu dakikanın güçlüğünü hissetti. Feride'yi elinden tutup Kâmran'ın önüne getirdi. Ağır manalarla dolu bir sesle:
- Teyze çocukları hemen hemen kardeş demektir. Feri-de'nin erkek kardeşi olmadığı için sen, doğrudan doğruya onun ağabeyi sayılırsın Kâmran; kardeşine "Hoş geldin," desene!...
Kâmran hâlâ bir şey söyleyemiyordu. Hafifçe eğildi, Feri-de'nin saçlarına dudaklarını dokundurdu. Sonra kulağına söyler gibi gayet yavaş:
- Sizi tekrar görmek memnuniyetini söyleyebilmek için kelime bulamayacağım Feride Hanım, dedi.
Bu söz, Ferıde'ye cesaret verdi. Eski berrak ahengine sakat billurlar gibi belirsiz bir şikâyet ihtizazı düşmüş sesiyle:
- Teşekkür ederim Kâmran Bey, dedi. Ben de öyle, çok memnun oldum.
- Ne vakit geldiniz?
- Bugün, öğleye doğru. On gün evvel İstanbul'a gelmiştim. Hiçbirinizin orada olmadığını haber aldım. Halbuki teyzelerimi, hepinizi çok göreceğim gelmişti. Belki onlardan da beni göreceği gelenler vardır, dedim. Zaten Tekirdağ, gezmeye alışmış insanlar için ne kadarcık bir yer, değil mi Kâmran Bey?
Müjgân, tekrar söze karıştı:
- Güzel ama, hanıma, beye, teklife, tekellüfe lüzum yok, demin de söyledim. Siz, hemen hemen öz kardeş sayılırsınız. Hatta, Kâmran'a "ağabey" desen pek doğru olur, Feride.
ikisi de gözlerini yere indirdiler. Feride, korka korka:
- Sahi, sana ağabey dememe müsaade eder misin Kam-ran? dedi.
Cevap beklerken Kâmran'a bakmıyor, ateşböceklerinin kaynaştığı karanlıklarda gözleriyle bir şey arıyordu.
Kâmran kırgın bir tavırla cevap verdi:
- Sen nasıl istersen öyle olsun Feride... içinden nasıl gelirse.
Artık sakin sakin konuşabiliyorlardı. Feride, birkaç kelime ile seyahatini anlattı:
- istanbul'da bazı işlerim vardı; sonra dediğim gibi, hepinizi çok göreceğim gelmişti. Doktor enişten iki ay izin verdi. Teyzelerimi, hepinizi sıhhatte bulduğuma ne kadar memnun oldum. Yalnız sen bir felakete uğramışsın Kâmran, istanbul'da işittim, çok, çok müteessir oldum. Bu kadar az bir zaman içinde zevceni kaybetmek ne felaket! Fakat küçüğün var. Allah onun ömrünü Necdet'e versin. Ne güzel çocuğun var Kâmran. O kadar sevdim ki, gelir gelmez arkadaş olduk, şimdiye kadar benim kucağımda oturdu. Zaten ben, küçüklerle öyle çabuk ahbap olurum ki...
Feride, söylemeye devam ettikçe yavaş yavaş açılıyor, sözleri, tavırları o eski yaramaz çocuk hafifliklerini tekrar bulmaya başlıyordu
Onun sesini dinlemek, söyleyen dudaklarını, gecenin içinde parıldayan ela gözlerini görmek öyle bir saadetti ki, genç adam bir şey düşünmüyor, hatta onun bir başkasının karısı olduğunu, bu saadetin bir ay, bir buçuk ay sonra yeniden bir rüya olacağını bile aklına getirmiyor. Bir tek korkusu vardı: içeriden onun geldiğini fark etmeleri. Her korktuğu gibi, bu da nihayet başına geldi. Onları kapının yanında ilk defa gören Ner-min oldu. Genç kız, çıngır çıngır bağırarak Kâmran'ın geldiğini haber verdikten sonra yanlarına koştu. Feride'yi tekrar kollarına alarak:
- Seni unutmadığıma Kâmran ağabeyim de şahittir, Feride abla, kırmızı entarili abladan en çok onunla bahsederdik, değil mi Kâmran ağabey? dedi.
II
O gece, akşam yemeği bir düğün ziyafetine benzedi. Sofranın başında çocuk gibi maskaralıklar eden Aziz Bey:
- Ah Çalıkuşu, sen beni adeta dertli etmiştin! Sesin kulağıma geldikçe ağlayacak gibi olurdum. Meğer ben seni ne kadar severmişim, diyordu.
Senelerden sonra, bir daha görmekten ümit kestikleri bir günde yuvaya dönen Çalıkuşu, oraya sadece biraz neşe değil, eski günlerinin rikkat ve muhabbet dolu bir parçasını da beraber getirmiş gibiydi. Bütün yüzler gülüyor, bütün kalplerde -açık pencerelerden içeri dolan, lambaların etrafında dönen pervaneler, gece böcekleri gibi- bir şeyler titriyordu. Sadece, yemeğin sonuna doğru Besime Hanım ehemmiyetsiz bir şey söylerken birdenbire ağlamaya baladı. Fakat derhal gözlerini sildi:
- Hiçbir şey yok, annesini, Güzide'yi hatırladım da, diyordu.
Dizlerinin üstünde Kâmran'm çocuğiına üzüm yediren Feride başını eğdi, bir an yüzünü küçüğün .kıvırcık sarı saçları içinde sakladı, o kadar. Sonra eski şenlik yine yerine geldi.
Bir aralık Besime Hanım kocasıyla beıaber Trabzon'da bulunan Necmiye'den bahsediyordu:
Feride, derin bir göğüs geçirdi.
- O acıyı bilirim teyze, benim küçüğüm de> hastalıktan gitti, diye cevap verdi.
Sofradakiler hayretle birbirlerine bakıştılar. Ayşe Teyze:
- Demek senin çocuğun vardı? Bilmiyorduk, dedi.
Feride, mahzun mahzun başını salladı:
- inci gibi bir kız, görmeliydiniz, ne güzeldi! Yavrumu bir türlü kurtarmak mümkün olmadı. Ayşe Teyze tekrar sordu: