Выбрать главу

Yeniden, evdeki çocukların elebaşısı olmuştu. Müjgân'ın üç yaşındaki kızıyla ondan biraz büyük olan Necdet'ten on yedisini bitiren Nermin'e kadar büyüklü küçüklü bütün çocuklar, ona bağlanmışlardı; sabahtan akşama kadar eteklerini bırakmıyorlar, köşkü şenliğe, kahkahaya boğuyorlardı.

Büyükler, bazen yaramazlığın bu derecesinden şikâyet ediyorlardı. Fakat başka bir cihetten de seviniyorlardı. Onlar, her şeye rağmen iki eski nişanlıydı, ilk günlerde beş senede kapanan eski yaralarının yeniden açılmasından korkmuşlardı. Fe-ride'nin taşkın şenliği, onu böyle uzaktan görmekten başka bir şey istemiyor gibi görünen Kâmran'ın halim, sakin bahtiyarlığı onlara biraz emniyet vermeye başlamıştı.

Mamafih, ihtiyatı elden bırakmıyorlar, onlarda en eski zamanlardaki: "Büyük ağabey" ile "Küçük kız kardeş" hislerini yeniden kuvvetlendirmeye çalışıyorlardı. Uyanmalarından korkulan dalgın hastaların odasında nasıl konuşmaktan çekini-lirse, onların yanında da ihtiyatsız bir kelimeyle bu hazin maziyi uyandırmaktan öyle korkuyorlardı.

Aziz Bey, ara sıra:

- Misafirliği biraz daha uzatmak mümkün değil mi? diye sordu.

Gitmek sözünü işittiği zaman daima biraz mahzunlaşan Çalıkuşu:

- imkân yok enişte. Çalıkuşu, ne de olsa başka yuvanın annesi, onun yolunu da bekleyenler var, diyordu.

Kâmran'a en ziyade dokunan şey de, Feride ile Necdet arasındaki büyük dostluktu. Onları ayırabilmek için çocuğun, Çalıkuşu'nun kollarında uyuyup kalmasını beklemek lâzım geliyordu.

Kâmran, bir gün Feride'nin onunla kavga ettiğini işitti.

Çalıkuşu gülerek:

- Söyle bakayım Necdet, bir kere daha hala, hala, hala diyordu, fakat Necdet ona itaat etmiyor, inatçı sarı başını sallayarak: "Anne, anne, anne!" diyordu.

Kâmran biraz korkarak:

- Bırak Feride, varsın öyle desin, ne ziyanı var? Biçarenin belki öyle söylemeye ihtiyacı var, dedi.

Feride, bir şey söylemeden eğildi, çocuğun başını uzun uzun okşadı.

Kâmran, yine bir sabah, kapalı panjurlarına vuran hafif taş sesleriyle uyandı. Bunun, yalnız Feride'ye mahsus bir uyandırma usulü olduğunu biliyordu Çalıkuşu, yine onu, büyük cevizin altında sabah ziyafetine davet ediyordu, ilk günlerde vaat ettiği gibi artık güzel armut kokusu vermeye başlayan sütün yanında mini mini dışarlık çörekleri, sonra reçele benzeyen pembe bir tatlı vardı.

Feride, çöreklerin üstüne bu tatlıdan sürerek Kâmran'a veriyordu:

- Bunlar benim elimin marifeti... Bu çöreklerin ismini bilmiyorum, fakat tatlıya gülbeşeker diyorlar.

işini bitirdikten sonra yine o alçak mutfak iskemlesini bularak Kâmran'ın karşısına, hemen hemen ayaklarının dibine oturdu.

- Şimdi söyle bana bakayım Kâmran, gülbeşekeri beğendin mi?

Genç adam, gülerek cevap verdi:

- Beğendim.

- Sevdin mi?

- Sevdim.

- Bir daha söyle.

- Beğendim ve sevdim.

- Öyle değil, Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i sevdim," de. Kâmran bu çocukça ısrarı anlamayarak gülüyordu.

- Ben, Gülbeşeker'i sevdim.

Feride, gözlerinde, yanaklarında ateşler uçarak, utancından kirpikleri titreyerek yüzünü ona yaklaştırıyor, yalvaran bir çocuk gibi boynunu büküyordu. Dudaklarında tutuk nefeslerle:

- Bir kere daha Kâmran, "Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum," de.

Genç adam, istediği verilmezse ağlayacak çocuklar gibi bükülen, titreşen bu dudaklara heyecanlı bir hayretle bakıyordu. Sebebini kendinin de bilmediği gizli bir teessürle titreyerek:

- Ben Gülbeşeker'i çok seviyorum, senin istediğin kadar çok seviyorum, dedi.

Feride, bir çocuk sevinciyle ellerini çırptı, fakat dudakları gülerken gözlerinden yaşlar geliyordu. Ehemmiyetsiz bir şey için ağlayan bir yabancıyı ayıplar gibi: "Ne delilik, bir marifetini beğendirdiğin için bu kadar memnun olmak ne delilik!" diye çırpınıyor, kendi kendisiyle eğlenmeye, parmaklarıyla gözlerini kurutmaya çalışıyordu. Fakat yaşlar bir türlü durmuyordu. Tutuk bir feryada benzeyen bir hıçkırık; sonra yüzü elleri içinde, ağlaya ağlaya içeri kaçtı.

Bir akşamüstü Kâmran, eniştesiyle beraber çarşıdan dönüyordu. Çocuklar, âdet etmişlerdi: Onların geldiğini uzaktan gördükleri gibi kapının içinde dizilirler, yemiş, şeker, çikolata beklerlerdi. Kâmran, birer birer onların payını dağıtırken yanına, ayaklarının dibine küçük taş parçaları düştüğünü fark etti. Son hisseyi verdikten sonra gözleriyle etrafı araştırdı, Çalıku-şu'ydu. Biraz ötede, kocaman bir kestanenin yanında duruyor, eliyle ona işaret ediyordu:

- Manasını biliyorsunuz ya, Kâmran Bey? Biz de varız. Eğleneceği yahut bir muziplik edeceği vakit, daima ona "siz" diye hitap ederdi. Gülerek devam etti:

- Siz, beni artık pek fazla ihmal ettiniz. Hani payım. Eski kabahatler unutuldu mu sanıyorsunuz efendim? Ya sükût hakkımı verirsiniz, ya o eski kiraz ağacı hikâyesi bu gece sofrada canlanır.

On sene evvel yine bu kapının yanında yaptığı gibi, dilini dişlerinin arasına sıkıştırıyor, sivri kırmızı ucunu göstererek gülüyordu.

Kâmran, pardösüsünün cebinden bir kutu çıkardı, gülerek:

- Verilmiş sadakalarım varmış. Feride, ne güzel tesadüf. Ben de bugün bir kutu fondan aldım, kimseye göstermeden kendim yiyecektim ama mademki böyle tehdide uğradık, ne yapalım?...

Feride'nin yüzünde bir çocuk sevinci parladı:

- Ne güzel, ne güzel!

- Fakat bir şartla Çalıkuşu. Onları yine ben senin ağzına vereceğim.

- Nasıl olur?

- Ta eskiden... sen on iki, on üç yaşındayken nasıl oluyordu?

Bunu söylerken fondanlardan birini Feride'ye uzatmıştı. Çalıkuşu, birkaç saniye tereddüt etti; sonra başını uzatarak, hafifçe titreyen dudaklarını açtı. Fakat Kâmran'ın bütün ısrarlarına rağmen, bunlardan bir ikincisini yemek istemedi.