Türkçesini pek iyi bilmiyordum ama, gourde Fransızcada asmakabağı, sukabağı, balkabağı gibi bir manaya gelirdi. Hangisi olursa olsun fena şey... Zaten kısa boyum, kalınca vücudumla bu kabaklardan birine de pek benzemez değildim... Şu halde Çalıkuşu'ndan sonra bana bir de gourde diye isim takılır-sa, dehşet... Ne yapıp edip bu haysiyet kırıcı tehlikenin önüne geçmek lâzım.
Yine ondan öğrendiğim bir jestle başımı Mişel'in omzuna koydum, manalı bir yan bakışla hazin hazin gülümsedim:
- Siz öyle zannededurun.
- Ne söylüyorsun, Feride?
Misel, durmuş hayretle bana bakıyordu. Ben, boynumu çarptırarak tasdik ettim:
- Maalesef öyle, dedim ve yalanımı bir kat daha yutulur bir renge sokmak için de iç çektim...
Misel bu defa hayretinden bir istavroz çıkardı:
- Güzel... Çok güzel, Feride... Yazık ki bir türlü inanamıyorum...
Zavallı Misel, öyle sevme çılgını bir kızdı ki, bunu başkasında sezmek bile ona zevk veriyordu. Fakat, dediği gibi ne çare ki inanmaya ve açıktan açığa sevinmeye cesaret edemiyordu.
Bir münasebetsizliktir yapmışım. Artık arkasını getirmek namus borcu oluyordu:
- Evet Misel, dedim. Ben de seviyorum.
- Yalnız sevmek mi Çalıkuşu?
- Şüphesiz, karşılığı da var: Grande gourde.
Biraz evvel onun bana söylediği gourde kelimesini ben bir de başına "kocaman" sıfatını takarak ona iade ettiğim halde: "Sensin; o senin adındır!" demek bile aklına gelmiyordu.
Demek ki yalana başlar başlamaz ona kendimi tanıtmaya muvaffak olmuştum, ne saadet!
Misel, şimdi beni daha büyük bir muhabbetle kollarında tutuyordu:
- Anlat Feride... Anlat, nasıl oldu? Demek sen de ha? Nasıl, sevmek güzel şey, değil mi?
- Elbette güzel...
- Kim bu?... Çok mu güzel sevdiğin genç?
- Çok güzel!
- Nerede gördün? Nasıl tanıdın?
- Haydi, artık ısrarı bırak.
Israrı bırakmaya can atıyordum. Fakat ne uydurup söyleyeceğini bilemiyordum. Sevecek bir hakiki insan bulanlara şaşmak lâzım... Çünkü onun bir hayalini bile bulmak o kadar güç, o kadar güç ki...
- Haydi Feride... Bekleme... Yoksa benimle şaka ettin, diyeceğim.
Birdenbire telaşlandım. Şaka mı, Allah esirgesin... Ben asma yahut sukabağı ha... Öyle bir aşk hikâyesi uydurayım ki sen de şaş...
Mişel'e sevdiğim diye prezante etmek için aklıma kim gelse beğenirsiniz? Kâmran!...
- Kuzenimle birbirimize kur yapıyoruz...
- Geçen sene mektebin parloir'mda gördüğüm sarışın kuzen mi?
- Ta kendisi...
- Ah, ne güzel!
söylemiyordu. Fakat bakışlarından, gülüşlerinden ne demek istediklerini anlıyordum. Bu, bana garip bir gurur veriyordu. Bir zaman gevezeliği, yaramazlığı bırakmaya mecbur oldum. Bu vaziyette bir insanın bebek gibi atlaması, sıçraması, yaramazlık etmesi şık bir şey olamazdı.
Mamafih, huy canın altındadır, derler. Akşamüstleri son teneffüste Mişel'in koluna asılarak ona yavaş yavaş yeni masallar uydurmakta devam ederken, ara sıra da yine şeytana uyuyordum.
Yine bir kır gezintisi dönüşüydü.
O gün nedense bizimle gelmemiş olan Misel, beni kapıda karşıladı, elimden tutarak koşa koşa bahçenin bir köşesine götürdü:
- Sana havadisim var, dedi. Hem sevineceksin, hem üzüleceksin... _ ı j ??
- Bugün senin sânsın kuzen mektebe geldi...
- Şüphesiz senin için... Keşke sen de benimle kalsaydın.
inanmıyordum. Bir büyük sebep yokken Kâmran, beni aramaya gelmiş olsun! Misel herhalde yanlış görmüş olacaktı.
Mamafih, bu şüpheyi kendisine söylemedim. Yalancıktan inanmış gibi görünerek:
- Bir genç erkeğin kur yaptığı kızı görmeye gelmesinden daha tabii ne olur? dedim.
- Bulunmadığına üzüldün, değil mi?
- Zannederim. Misel yanağımı okşadı.
- Bununla beraber o yine gelir, dedi. Mademki seviyor...
- Ona ne şüphe?
O akşam, yemekten sonra Sor Matild beni çağırdı, bir sırma tel ile birbirine bağlanmış iki resimli şeker kutusu uzatarak:
- Bunları sana kuzenin getirdi, dedi.
Sor Matild, hiç hoşlanmadığım bir tipti. Fakat kutuları bana uzatırken boynuna sarılıp yanaklarını öpmemek için kendimi zor tuttum.
Demek Misel yanlış görmemişti. Mektebe gelen kuzenim-di. Arkadaşlarım arasında masalımın doğru olduğundan şüphe eden varsa bu kutuyu görünce onlar da fikirlerini değiştirmeye mecbur olacaklardı. Ne güzel!
Kutularımın biri renk renk fondanlar, biri yaldızlı kâğıtlara sarılmış şokololarla doluydu. Üç, beş ay evvel olsa onları en yakın arkadaşlarımdan bile ne ihtimamla gizlerdim. Fakat o gece mütalaa saatinde kutularım elden ele sınıfı dolaşıyor, bütün çocuklar, insaflarının derecesine göre, içinden birer, ikişer, üçer alıyorlardı.
Bazıları uzaktan bana manalı işaretler yapıyorlardı. Ben, utanmış gibi yaparak başımı öte tarafa çeviriyor, gülüyordum. Ne güzel!
Misel maalesef, yaldızlı dipleri görünmeye başlamış olan kutularımı tekrar bana teslim ettiği zaman:
- Bu kutular adeta nişan şekeri kutusu Feride, diye fısıldadı.
Masalım bana biraz pahalıya mal olmuştu, ama ne yaparsınız?...
Üç gün sonraydı, imtihan için boyalı bir coğrafya haritası hazırlıyorum. Boya işleri bana hiç gelmezdi. Biraz savruk olduğum için ikide birde renkleri birbirine karıştırıyor, ellerimi ve dudaklarımı boyuyordum.
O gün de ben, yine bu halde uğraşırken kapıcının kızı sınıfa girdi; beni görmek için gelen kuzenimin por/o/r'da beklediğini haber verdi. Ne yapacağımı bilemiyor gibi etrafıma ve kür-süde oturan muallim söre şaşkın şaşkın baktığımı hatırlıyorum.
O:
- Haydi Feride, dedi. Haritalarını olduğu gibi bırak... Misafirini gör...
Haritaları olduğu gibi bırakayım, âlâ... Fakat misafiri hangi suratla görmeye gideyim?...