Kuzenim elini uzattı.
- Onu bana versene, Feride, dedi. Tuhaf bir nazarla yüzüne baktım:
- Ne demek?
- Yiyeceğim.
- Kutuyu yanında açtığımıza galiba fena ettik. Getirdiklerini kendin yemeye başlarsan işimiz var...
- Sadece onu ver!
Hakikaten bu ne demektir? insan, başkasının ağzına sürülmüş bir şeyden iğrenmemek için... Neler düşünüyorum!
Herhalde bir şaşkınlık ve dalgınlık saniyesi geçirmiş olacağım ki, kuzenim birdenbire elini uzattı, fondanı parmaklarımdan kapmak istedi. Fakat ben daha atik davrandım. Şekeri kaçırdım ve ona dilimi çıkardım:
- Sizin böyle el çabukluğu hünerleriniz yoktu ama nasıl oldu, diye alay ettim.
- Bakın, ben size bu kadar güzel fondanın nasıl yeneceğini tarif edeyim de ondan sonra kapın...
Başımı biraz arkaya atarak tekrar dilimi çıkardım, fondanı üzerine koydum. Şeker, yavaş yavaş eridikçe başımı iki tarafa sallıyor, dilim serbest olmadığı için el hareketleriyle ona fondanın lezzetindeki fevkalâdeliği anlatıyordum.
Kuzenim o kadar tuhaf bir şaşkınlıkla bakıyordu ki, kendimi tutamadım, gülmeye başladım.
Sonra, tekrar ciddileştim, kutuyu uzatarak:
- Şimdi artık öğreneceğinizi öğrenmiş sayılacağınız için bir tane ikram edebilirim.
Kâmran, yarı şaka bir hiddetle kutuyu itti:
- istemem, dedi. Hepsi senin olsun.
Aramızda aşağı yukarı konuşulacak bir şey kalmamıştı. Terbiye icabı evdekilerden haber sorduktan ve onlara komplimanlarımı gönderdikten sonra kutularımı koltuğumun altına sıkıştırarak çıkmaya hazırlanıyordum.
Birdenbire parloir'm yanındaki odadan hafif bir gürültü oldu. Kedi gibi kulak kabartarak dinledim.
Mektep levhalarına ve haritalarına mahsus olan bu odanın biraz evvel kapısı açılmıştı. Sonra levhalardan birinin yere düşmesine benzer bir ses işitmiştim. Şimdi de arkadaki camlı kapının arkasında fare tıkırtısından farkı olmayan bir gürültü ve hareket hissediyordum.
Kuzenime belli etmeden bu kapıya şöyle bir bakınca ne göreyim? Buzlu camın arkasında kocaman bir baş gölgesi... Derhal işi çakmıştım. Mişel'di. Bir haritaya ihtiyaç olduğunu söyleyerek aptal soru kandırmış, parloir'm yanındaki odadan bizi gözetlemeye gelmişti.
Gölge kaybolmuştu. Fakat camın altındaki anahtar deliğinden bu kızın bizi gözetlediğine hiç şüphem yoktu. Ne yapacaktım? Birbirine kur yapan iki insan sıfatıyla, o bizden mutlaka fevkalâde bir şeyler bekliyordu. Benim, kuzenime "Haydi, Allah yolunu açık etsin, evdekilere selam" diyerek aptal aptal kapıdan çıktığımı görünce her şeyi anlayacak, koridorda başı-mı kollarının arasında sıkıştırıp saçlarımı karıştırarak "Bana masal okudun, ha!" diye gülecekti.
Bu korku, bana o saniyede bir hınzırlık düşündürdü. Doğru bir şey değil ama, mademki bir rol oynamaya başlamıştık, sonuna kadar devam edecekti.
Misel, mektep arkadaşlarımın çoğu gibi Türkçe bilmezdi. Şu halde söyleyeceğimiz lakırdıların ehemmiyeti yoktu. Elverir ki, ses ve jestler sevişen iki insanın jestlerine benzesin... Kâm-ran'a:
- Az kalsın unutuyordum, dedim. Sütninenin torunu köşkte mi?
Sütninenin torunu senelerden beri köşkte büyüyen bir öksüzdü.
Kâmran, sualime şaşırır gibi oldu:
- Elbette köşkte... dedi. Nereye gitmesini isterdin?
- Tabii... Biliyorum... Yalnız... Ne bileyim işte? Ben bu çocuğu o kadar seviyorum ki... Kuzenim gülümsedi:
- Bu da nereden çıktı, dedi. Yüzüne bile baktığın yoktu biçarenin...
Garip bir hareketle:
- Yüzüne bakmamak ne ispat eder, rica ederim, dedim. Sevmediğimi mi? Ne delilik!... Bilâkis ben, bu çocuğu o kadar çok seviyorum ki...
Bu seviyorum kelimesini, La Dam O Kamelya rolü oynayan bir aktris jestiyle boynumu bükerek ellerimi göğsümün üstünde kavuşturarak tekrar ediyor, yan gözle de kapıya bakıyordum.
Misel, altı kelime Türkçe biliyorsa, bunların üçü mutlaka "sevmek, sevgi, sevda" gibi şeyler olacaktı. Mamafih, tahminimde yanılmış olsam da herhalde bir diksiyonere bakabilir, yahut da "seviyorum ki" kelimesinin ne dehşetli bir manası olduğunu herhangi bir Türkçe bilenden öğrenebilirdi. Yalnız Kendimi tutamayarak birdenbire bir baskın yaptım:
- Adı nedir? Ne iş yapar? Evinin adresi ne? dedim.
Kuzenim şaşaladı; o kadar şaşaladı ki, bir uydurma isim ve adresi bile düşünemedi. Renkten renge girerek ve gülerek:
- Ne yapacaksın? Niçin bu merak? gibi kelimelerle beni atlatmaya uğraştı.
Ortada ehemmiyetli bir mesele varmış gibi:
- Ben, hafta başında teyzeme sorarım, dediğim zaman ise daha fazla kızardı.
- Sakın ha! Anneme ondan bahsetme... Görüşmemi istemez de, diye yalvarmaya başladı.
Hiddetle ayağa kalktım, zorla tutmaya çalıştığım ellerimi cebime saklayarak:
- Ne baba dostlarınızla, ne kendi dostlarınızla meşgul olduğumu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Münasebetsizliğimden öyle bir lakırdı ortaya atıverdim işte, diye dışarı çıktım.
O günden sonra Kâmran ne zaman mektebe geldiyse bahane uydurdum, yanına çıkmadım. Getirmekte devam ettiği kutuları sınıfta, yahut bahçede yırtarak açıyor, içindekilerini bir tanesine el sürmeden çocuklara yağma ettiriyordum.
Hakikat meydandaydı. Mesut dul mutlaka bu taraflarda bir yerde oturuyordu. O geceden sonra mutlaka anlaşmışlardı. Kuzenim ikide birde onun evine gidiyor, o arada bana da uğruyordu.
istedikleri ahlâksızlığı yapsınlar... Bana ne? Fakat beni arada oyuncak etmeleri fena halde gücüme gidiyordu. Bu aklıma geldikçe vücuduma ateş basıyor, hiddetten ağlamamak için dişlerimle dudaklarımı kanatıyordum.
Neriman'ın nerede oturduğunu evden sorup öğrenmek işten bile değildi. Fakat bu kadının adını ağzıma almak, bana tahammül edilemeyecek bir şey gibi görünüyordu.
Eve çıktığım bir tatil günüydü. Bir misafir, Necmiye'ye: