- iki gün evvel Neriman'dan bir mektup aldım, dedi. Çok mesutmuş...
Küçücük bir fino köpeğini havuzda yıkamak için dışarı çıkıyordum. Bu sözleri işitince kapının yanında durdum, yere çömelerek köpeği yavaşça kucağımdan indirdim.
Mesut dul için bir şey soramazdım, fakat kulağıma da yasak yoktu ya...
Misafir, devam ediyordu:
- Neriman kocasından çok memnun görünüyor, bu sefer mesut olsun zavallı...
Necmiye, bir hamam kubbesi ahmaklığıyla:
- Ya, ya! Bu sefer bari mesut olsun zavallı, diye misafirin kelimelerini aynen tekrar edip lakırdıyı kapatmaz mı? Artık çaresiz, iş başa düşmüştü; alaycı bir tavırla:
- Hanımefendi, tekrar evlendiler mi? dedim.
- Kim hanımefendi?
- Mektubunu aldığınız hanım. Neriman Hanım... Misafir yerine Necmiye cevap verdi:
- Ay, haberin yok mu? Çoktan... Neriman, bir mühendisle evlendi... Beş, altı aydan beri kocasıyla beraber izmir'de...
"Bu sefer bari mesut olsa zavallı," duasını bu sefer de ben, üçüncü defa olarak tekrar ettim ve köpeği kucağıma kaparak dışarı fırladım. Fakat artık havuza gitmiyor, çitlerin, bağ kütüklerinin üstünden atlayarak koşuyor, bahçenin etrafını dört dönüyordum.
O yaz, bir seyahat yaptım. Uzak değil, Tekirdağ'a kadar. . Malum ya, hayatta Allah bana teyzeden bol bir şey vermemiştir. Bunlardan biri de Tekirdağ'dadır. Kocası olan Aziz Eniştemiz senelerden beri oralarda mutasarrıftır... Müjgân isminde benden üç yaş büyük bir de kızları vardır. Akraba çocukları arasında galiba en ziyade onu severim.
Müjgân çirkindir, fakat bu, bana hiç batmaz. Aramızdaki fark üç yaştan ibaret olmasına rağmen, ben onu çocukken nedense daima kocaman bir insan gibi görmüşümdür. Şimdi farkın daha azalmış olmasına rağmen yine öyle görür ve onu "abla" diye çağırırım.
Müjgân Abla, benim taban tabana zıddımdır. Ben, ne kadar çılgın ve yaramazsam, o, o kadar ağırbaşlıdır. Fazla olarak da müstebittir. Her istediğini yaptıran, diyebilirim ki yalnız odur. Bazen nasihatlerine biraz somurtsam, arzularına karşı kafa tutsam bile neticede daima yelkenleri suya indirmek lazım gelir. Niçin? Ne bileyim? İnsan, birini sevmek felaketine uğradı mı, esir gibi bir şey oluyor.
Müjgân, birkaç senede bir Ayşe Teyzem'le beraber istanbul'a gelir ve birkaç hafta köşkte, yahut öteki teyzelerimde misafir kalırdı.
O yaz, Tekirdağ'dan bana, hemen hemen resmi bir davet geldi. Ayşe Teyzem, Besime Teyzem'e yazdığı bir mektupta, "Sizden ümidim yok," diyordu. "Fakat Feride'yi iki aydan aşağı olmamak üzere bu tatilde mutlaka bekliyoruz. Malum ya, biz de teyzesiyiz. Gelmezse eniştesi de, ben de, Müjgân da fena halde danlacağız."
Besime Teyzem'le Necmiye, Tekirdağ'ı dünyanın bir ucu gibi görüyorlar, uzak yıldızlara bakar gibi gözlerini bükerek: "Olacak şey mi? İmkân var mı?" diyorlardı.
- İzniniz olursa bunun imkânsız bir şey olmadığını ispat ile kesb-i şeref edeceğim, dedim.
Arkadaşlar arasında yaz tatillerinde aileleriyle beraber seyahate çıkanlar ve dönüşte bize bol bol övünenler vardı. Demek mektep açıldığı zaman bana da aşağı yukarı böyle bir şey yapmak fırsatı çıkıyordu.
Bir sene evvelki flört masalına bu sene de bir seyahat hikâyesi ilave etmek hoş bir lüks olacaktı. Yalnız, benim iddiam, çantamı elime alarak, romanlarda okuduğum Amerikan kızları gibi, kendi kendime vapura binmekti. Fakat teyzelerim bu arzumu telaşlı çığlıklarla karşıladılar ve yanıma bir bekçi katma-dan yola çıkmama razı olmadılar. Hatta böyle olduğu halde: "Karanlıkta güverteden denize sarkma... Kimse ile konuşma... Vapur merdivenlerinden deli gibi inme!" gibi ağır nasihatlerle haysiyetimi kırdılar. Sanki Tekirdağ'a işleyen pabuç büyüklüğündeki külüstür vapurun bir transatlantik gibi seksen metre merdiveni varmış gibi...
iki senedir görmediğim Müjgân'ı büyümüş, konuşmaya cesaret edemeyecek kadar kerliferli bir hanım olmuş buldum. Mamafih, yine çabucak anlaştık.
Ayşe Teyzem'le Müjgân'ın sürü sürü ahbapları vardı. Ben de onların arasına karıştım.
Her gün bir misafirliğe, köşke yahut bağa davet ediliyorduk.
Artık kocaman bir kız olduğumu, bir hafiflik yaparsam beni ayıplayacaklarını söyledikleri için hareketlerime son derece dikkat ediyordum. Yabancı kadınlara kompliman yaparken, suallerine ciddi ve nazik cevaplar vermeye çalışırken, kendimi misafirlik oyunu oynayan bebeklere benzetiyordum. Mamafih, insan arasına katılmak biraz da gururumu okşamıyor değildi.
Bu misafirlikler beni eğlendirmekle beraber, yine de en çok sevdiğim zamanlar Müjgân'la yalnız kaldığım saatlerdi.
Eniştemin, evi denize bakan yüksek bir bayırın üstündeydi. Müjgân Abla, benim, bazı yerleri dik bir duvara benzeyen bu bayırdan sahile inmemi evvela tehlikeli bulmuş, beni men etmeye uğraşmıştı. Fakat sonradan kendisi de buna alıştı. Saatlerce kumlarda yatıyor, suların üzerinden taş sektiriyor, sahil boyunca yürüyerek ta uzaklara gidiyorduk.
Deniz, bu mevsimde çok güzel ve sakin fakat neşesizdi. Bazen saatler geçer, üzerinde bir yelken, ince bir duman parçası görünmezdi. Hele akşamüstlerine doğru sular, insanı hasta edecek kadar genişliyor ve yalnızlaşıyordu. Bereket versin ben, bu tehlikeyi daha evvelden hissediyor, sahildeki kayaları kahkahalarımla çın çın öttürüyordum.
Bir gün Müjgân'la başımı almış, ta ilerideki bir burna doğru yürümüştük. Maksadımız, bu burnu meydana getiren kayaların öte tarafından koya geçmekti, fakat aksi gibi, yol kapalıydı. Ayaklarımızı çıkararak suya girmekten başka çare yoktu. Ben kendi hesabıma bu mecburiyete sevindim bile. Fakat ermiş, yetişmiş bir küçükhanım olan Müjgân'ı ne yapacağız?
Ne söylersem iskarpinlerini ve çoraplarını çıkartmayacağını bildiğim için ona bir teklifte bulundum:
- Gel, Müjgân Abla, seni arkama alayım... Öyle geçireyim, dedim.