Razı olmadı:
- Deli çocuk, sen koskoca insanı nasıl kaldırırsın? dedi. Zavallı Müjgân, yaşı gibi boyu da benden büyük olduğu için kendisini taşımaya gücüm yetmeyeceğini zannediyordu. Sinsi sinsi yanına yaklaşarak:
- Bakalım, bir tecrübe edelim de, olursa ne âlâ dedim ve onu kalçalarından yakaladığım gibi havaya kaldırdım.
Müjgân bunu evvela sahiden birkaç adımlık bir tecrübe sanmıştı. Kendini kurtarmaya çalışarak:
- Delilik etme, bırak. Sen, beni nasıl taşırsın? diye gülüyordu. Fakat çıplak ayaklarımla suyun içinde yürüdüğümü görünce çıldıracak gibi oldu.
- Tüy gibi hafifsin abla, dedim. Çırpmacak olursan boylu boyumuza düşeriz, ikimize de yazık olur. Fakat rahat durursan korku yok.
Zavallı kız, sapsarı kesilmişti. Bir kelime söylerse muvazenenin bozulmasından korkuyor gibi ağzını, gözlerini kapıyor, elleriyle saçlarıma sarılıyordu.
Zavallı Müjgân, bir karışlık suyun üstünde, bir uçurumdan geçiyormuş gibi gözlerini kapıyor, sırtımda kımıldamaya cesaret edemiyordu.
Bir de burnu dönünce ne görelim! Karaya çekilmiş bir sandalın yanında yiyecek yiyen üç balıkçı bize bakmıyor mu?
- Ettin mi edeceğini, Feride? diye fısıldadı, şimdi ne yapacağız?
Ben güldüm:
- Balıkçılar adam yemezler ya, dedim.
Mamafih, vaziyetimiz hakikaten tuhaftı. Hele ben, dizka-paklarıma kadar çıplak bacaklarım, elimde çoraplarımla insan içine çıkacak halde değildim.
Müjgân, incecik bacaklarıyla -süpürge önünden kaçan örümcek gibi- koşmaya hazırlanıyordu. Ben, bu korkuyu ayıp buldum.
Suların o gün niçin kıyıdaki yolları kapadığını, hangi saatlerde denizin ne taraflarında balık tuttuklarını sordum. Sırf lakırdı olsun diye saçmasapan sualler.
Balıkçıların ikisi yirmişer yaşında, yahut biraz daha fazla iki genç, biri sakallı bir ihtiyardı.
Gençler, utangaç görünüyorlardı. Cevaplarını ihtiyar verdi. Fakat o da besbelli benim gibi lakırdı bulmakta güçlük çektiği için kim olduğumu sordu.
Bir an durakladıktan sonra: "Ben Marika diye bir kızım; tüccar amcama istanbul'dan misafir getirdim," dedim ve yürüdüm.
Müjgân beni kolumdan tutarak, sürükler gibi koştururken: "Allah cezanı versin. Niçin böyle yaptın?" diyordu.
- Ne bileyim, dedim... İstanbul'daki teyzeler, "Dilini sıkı tut. Saçmasapan konuşma... Oraları dedikoducu yerlerdir," diye tekrar tekrar tembih ettiler bana. Balıkçılar, "Bu nasıl Müslüman kız böyle, sade başını değil bacaklarını da açıyor," demesinler diye.
Hasılı, korkak Müjgân, bu hiçten şeyi adeta büyük bir mesele yaptı...
Akşamüstleri Müjgân'la kol kola gezerken genç bir süvari zabitinin etrafımızda dolaştığına dikkat etmiştim. Bu zabit, sözde atına talimler yaptırıyordu. Fakat Allah'ın kırında başka gidilecek yer yokmuş gibi mütemadiyen bizim gezdiğimiz yolda gidip geliyor, yanımızdan geçerken bize bakıyordu; hem de o kadar garip bir alaka ile ki, neredeyse durup konuşacak.
Bir gün o, yine atını oynatarak ve bizi duvar kenarındaki ağaçlar arkasına kaçırarak yanımızdan geçtikten sonra yavaşça güldüm, öksürdüm ve:
- Anlayalım Müjgân Abla! dedim. Müjgân yüzüme baktı:
- Ne demek istiyorsun, Feride? dedi.
- Şunu demek istiyorum ki artık eskisi kadar çocuk değiliz abla... Zabit Bey'le mükemmel kur yapıyorsunuz. Müjgân gülmeye başladı:
- Ben mi? Deli çocuk!
- Biraz akran muamelesi etmek tenezzülünde bulunmanızdan ne çıkar efendim?
- Zabitin benim için dolaştığını mı zannediyorsun?
- Onu zannetmemek için biraz aptal olmalı. Müjgân tekrar güldü. Fakat bu defaki gülüşte biraz ıstırap vardı. Sonra içini çekti:
- Yavrucuğum, ben öyle arkasından koşulacak bir kız değilim ki... O, senin için etrafımızda gidip geliyor...
- Ne söylüyorsun, abla! Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı.
- Evet, senin için... Sen gelmeden evvel yine görürdüm. Fakat beni yolun kenarındaki şu ağaçlardan ayırt etmeden geçer giderdi ve bir daha dönmezdi...
O gece, yemekten sonra Müjgân'la evin önüne çıkmıştık. Konuşmadan denize doğru yürüyorduk. .
Müjgân: - Senin bir derdin var Feride, dedi. Hiç sesin çıkmıyor.
Biraz durakladıktan sonra cevap verdim:
- Gündüz söylediğin münasebetsiz lakırdıyı aklımdan çıkaramıyorum, mahzun oluyorum. Müjgân şaşırdı:
- Ne dedim ben?
- "Ben arkasından koşulacak bir kız değilim ki," dedin. Müjgân, hafif bir kahkaha kopardı:
- Peki ama, bundan sana ne?
Ellerini tuttum, gözlerim dolu dolu, donuk bir sesle:
- Sen çirkin misin abla? dedim.
O yine güldü, benimle eğlenerek yanağıma bir fiske vurdu:
- Ne çirkin, ne güzel!... Ortayım diyeyim de kavgayı kısa keselim... Sana gelince, biliyor musun sen büyüdükçe dehşet bir şey oluyorsun!
Ellerimi Müjgân'ın omuzlarına koydum, onu öpecek gibi burnumu sürerek:
- Benim için de orta diyelim de mesele bitsin, dedim.
Bayırın kenarına gelmiştik. Yerden taş toplayarak denize atmaya başladım. Müjgân da bana uydu. Fakat zavallı, hem taş atmasını bilmiyordu, hem de kolları kuvvetsizdi.
Benimkilerin her zaman havada kaybolduktan sonra uzakta bir yakamoz parıltısıyla suları yıldızlandırmasına mukabil onunkiler gülünç bir patırtı ile bayırın taşlarına çarpıyor, yahut aşağı kumsala düşüyordu ve dehşetli gülüyorduk.
Ay ışığından sırılsıklam bir denizin iki genç kıza ilhamı bu olmamalıydı. Ama ne yaparsınız! Mamafih, biraz sonra Müjgân yorularak büyük bir kaya parçasının üstüne oturdu; ben de ayaklarının dibine çöktüm.
Bana mektep arkadaşlarıma dair sualler soruyordu. Ona benim Mişel'in birkaç vakasını anlattım. Sonra elimde olmadan kendi uydurma masalımdan bahse başladım.