Выбрать главу

Bu sebepten, ümitsiz denizi bırakıyorum ve Müjgân'ın kolundan tutup böğürtlenlere doğru sürüklemeye başlıyorum.

Arkadakiler kaplumbağa adımlarıyla bizi geçip aşağı köşenin başına varıncaya kadar biz, seksen defa işimizi bitiririz.

Fakat Müjgân Abla insanı sabırsızlıktan çıldırtacak kadar mızmız. Tarlanın ortasında yürürken iskarpinin topuğu burkuluyor, kuru ekin saplarının ayaklarına batmasından korkuyor, iki karışlık bir hendekten atlamak lâzım geldiği zaman tereddüt ediyor.

Bir aralık bir köpeğin hücumuna uğradık. Müjgân'ın el çantasına sığacak büyüklükte bir köpek. Ablam, bunu görünce kaçmaya, imdat istemeye kalkıştı. Nihayet, böğürtlenlerden de korkuyordu. "Hastalanacaksın... Miden bozulacak" diye yemişleri elimden kapmak istiyordu. Ara sıra hafifçe boğuşuyorduk.

Böğürtlenler eziliyor, yüzüme yapışıyor, benim geniş yakalarıma iki sırma çapa işlenmiş beyaz maren bluzumu lekeler içinde bırakıyordu.

Aradakiler bize yetişinceye kadar biz, işimizi bitiririz demiştim ama, ben Müjgân ve böğürtlenlerle devamlı halde çalışırken onlar yolun alt başını bulmuşlardı. Galiba bizi merak elikleri için köşeyi dönüyorlar, arkaya bakıyorlardı. Yanlarında bir erkek vardı.

Müjgân, "Kim acaba?" dedi.

- Kim olacak, bir yolcu, yahut bir köylü.

- Zannetmiyorum.

Doğrusu aranırsa onu ben de pek zannetmiyordum. Akşamın alacakaranlığı ve yol kenarındaki büyük ağaçların gölgeleri arasında pek iyi seçilmemekle beraber başka türlü bir insan olduğu görülüyordu.

Biraz sonra bu erkek bize el salladı, sonra onlardan ayrılarak bize doğru yürüdü.

Şaşırmıştık. Müjgân:

- Çok tuhaf! Herhalde bir bildik olacak, dedi ve biraz sonra heyecanla ilave etti:

- Feride, bu Kâmran'a benziyor. Sakın...

- İmkânı yok. Ne işi var burada, dedim.

- O, vallahi, ta kendisi.

Müjgân koşmaya başladı. Ben, bilâkis yürüyüşümü daha ağırlaştırmıştım. Soluğumun tıkandığını, dizlerimin kesildiğini hissediyordum.

Yolun kenarında durdum. Ayağımı büyük bir taşın üzerine koyarak eğildim, iskarpinlerimin bağını çözdüm; sonra ağır ağır yeniden bağlamaya başladım.

Yüz yüze geldiğimiz zaman ben, sakin ve biraz da alaycıydım:

- Hayret, dedim. Siz buralarda... Bu kadar uzun yolculuğu nasıl göze aldınız?

O, bir şey söylemiyor, bir yabancı karşısında gibi çekingen bir gülümseme ile yüzüme bakıyordu. Sonra elini uzattı.

Ben, kendiminkileri hemen geri çektim, arkamda sakladım.

- Müjgân Abla ile kendimize bir böğürtlen ziyafeti verdik. Ellerim yapış yapış. Sonra da üstüne tozlar yapıştı. Teyzeler nasıl? Necmiye nasıl?

- Gözlerinden öpüyorlar, Feride.

- Mersi.

- Ne kadar yanmışsın, Feride... Derin pul pul olmuş.

- Güneşten.

Bir aralık Müjgân söze karıştı:

- Sen de öyle, Kâmran, dedi.

- Kim bilir... Şemsiyesiz mehtapta mı dolaştı, nedir? dedim.

Gülüştük ve yürüdük.

Biraz sonra Ayşe Teyzem ile Müjgân, kuzenimi aralarına aldılar. Teyzemin komşuları kırkı geçmiş yaşlarıyla kendilerini kadından, Kâmran'ı erkekten sayarak biraz alarga gidiyorlardı.

Ben, önde çocuklarla beraber yürüyordum. Fakat kulağım arkadaydı. Kuzenimin teyzemle Müjgân'a, kendisini hangi rüzgârın buraya attığını anlatmasını dinliyordum:

- Bu yaz istanbul'da çok sıkıldım, dedi. Ama bilemezsiniz ne kadar çok...

Topuğumu hiddetle yere vurdum, içimdem "Elbette, dedim, mesut dulu yad ellere kaçırdıktan sonra bundan tabii ne olur?"

O, devam etti:

- Evvelki gece ayın on beşi idi. Bir arkadaş grubuyla Alemdağı'na çıktık. Son derece güzel bir geceydi. Fakat benim yorucu eğlencelere tahammülüm yok. Sabaha doğru kimseye haber vermeden kendj kendime şehre indim. Hasılı, fena halde sıkılıyordum. Birkaç gün İstanbul'dan uzaklaşmayı düşündüm.

Fakat nereye gidersiniz? Yalova'nın mevsimi değil. Bursa bu aylarda cehennem gibi yanar.

Birdenbire aklıma siz geldiniz. Zaten sizi de dehşetli göre- j ceğim gelmişti.

Eniştemle teyzem o akşam Kâmran'ı geç vakte kadar" bahçede alıkoydular. Müjgân da yorgunluktan ayakta duramayacak halde olmasına rağmen, burunlarının dibinden ayrılmıyordu.

Ben, bilâkis gruba alarga duruyor, ikide birde içeride yahut bahçenin arka taraflarında kayboluyordum.

Bir aralık, bilmem niçin, yanlarına yaklaşmak lâzım gelmişti. Kâmran, halimden alındığını gösteren bir tavırla:

- Misafire hürmette kusur ediliyor galiba, dedi. Ben gülerek omuzlarımı kaldırdım:

- "Misafir misafiri çekemez" derler dedim.

Müjgân, beni tekrar kaçırmamak ister gibi sımsıkı bileğimden eteğimden tutuyordu. Silkindim ve yatmaya ihtiyacım olduğunu söyleyerek odama çıktım.

Müjgân, geç vakit odaya geldiği zaman ben yatağımda uyumuyordum. Karyolamın kenarına oturdu, yüzüme baktı. Güleceğimi hissederek öte tarafa döndüm, horlamaya başladım.

O, zorla başımı kaldırdı:

- Sahtekârlığa lüzum yok, aç gözlerini, dedi.

- Vallahi uyuyordum, diye gözlerimi iri iri açtım. Fakat ikimiz de kendimizi tutamayarak gülmeye başladık. Müjgân çenemi okşayarak:

- Tahminim doğru çıktı, dedi.

Sert bir hareketle karyola demirlerini zangırdatarak doğruldum:

- Ne demek istiyorsun? O, birdenbire ürktü:

- Hiç... Hiç, dedi. Sonra gülerek ilave etti:

- Allah aşkına boğuşmaya falan kalkayım deme, yorgunluktan ölürüm. Sonra lambayı söndürerek yatağına girdi.

Birkaç dakika sonra da ben onun karyolasına gitmiş, başını yastığından kaldırarak kollanma almış bulunuyordum. Fakat o zavallı hakikaten uyumuştu. Gözlerini açmadan: "Yapma, Feride" diye yalvardı.