- Peki, dedim. Yalnız dilinin ucunda bir şey var ki mutlaka söylemezsen bu sefer ben uyuyamayacağım.
Odanın karanlığına, Müjgân'ın kapalı gözlerine rağmen yüzümü onun saçlarına saklayarak kulağına fısıldadım:
- Senin aklından delice bir şeyler geçiyor. Anlıyorum... Ona bir şey söyleyecek olursan seni zorla kucağıma alır, ikimizi birden denize atarım...
Müjgân:
- Peki... Peki... Ne istersen, dedi ve hâlâ hafif hafif başını sarsmakta devam etmeme rağmen tekrar uyudu.
Kâmran'ın gelmesi hakikaten keyfimi kaçırdı. Ona karşı duyduğum hiddete, korkuya, iğrenmeye benzer karmakarışık his günden güne artıyordu. Karşı karşıya geldiğiniz zaman hiç sebep yokken kabalık ediyor ve kaçıyorum.
Bereket versin Aziz Eniştem, misafirine fena halde kancayı takmıştı. Onunla görüştürmek için eve çeşit çeşit insanlar çağırıyor ve hemen her gün uzun bir araba gezintisine yahut yerlilerden birinin bağ ve bahçesine davete götürüyordu.
Bir sabah yine böyle bir davete gitmeye hazırlanırken kuzenimle merdiven başında karşılaştım. Yolumu kesti, işitilmedi-ğinden emin olmak ister gibi bir tavırla etrafına baktıktan sonra:
- ikramın fazlalığından öleceğim, Feride, dedi. Ben, onunla merdiven parmaklığı arasındaki aralıktan ona sürünmeden geçip geçemeyeceğimi hesap ederek:
- Fena mı? dedim. Sizi her gün gezdiriyorlar. Kâmran, komik bir yeisle gülümsedi, gözlerini tavana kaldırdı:
- "Misafir misafiri çekemez" ama, misafirin misafire ev sahibini çekiştirmesi eski usullerdendir, dedi. Bari ben de öyle yapayım...
Kuzenim nedense benim ilk gece söylediğim "misafir misafiri çekemez" sözüne içerlemişti. İkide birde bana bunun için taş atıyordu.
- iyi ama, dedim. Ortada şikâyet edilecek bir şey yok. Her gün yeni yerler, insanlar tanıyorsun. O, tekrar dudak büktü:
- Tanıdığım insanlar hiç öyle zevk verici insanlar değil. Artık kendimi tutamadım:
- Sizi eğlendirecek insanı nereden bulup getirsinler, zavallılar? dedim.
Kâmran, kendisini eğlendirecek insandan kimi kastettiğimi anlamıştı. Heyecanla elerini uzattı:
- Feride, dedi.
Fakat uzanan elleri boşta kaldı. Ben, onun vücuduyla merdiven parmaklığı arasındaki delikten fırlayıp kaçmıştım. Basamakları ikişer ikişer atlayıp şarkı söyleyerek bahçeye doğru koşuyordum.
Nihayet bir gün Müjgân bana edeceğini etti...
Bir sabah, onunla deniz kenarındaki bayırda dolaşıyorduk.
Gece yağmur yağdığı için havada tatlı bir sonbahar serinliği vardı. Dumana, sise benzeyen şekilsiz bir bulut, güneşi saklıyor, denizin durgun yüzünde nereden geldiği belli olmayan uçuk bir aydınlık titriyordu.
O gün nasılsa serbest kalan Kâmran'ın caddeden geçtiğini gördüm.
iri bir ağaç kökünde oturan Müjgân'ın yüzü deniz tarafına dönük olduğu için o, bunun farkında olmamıştı. Ben de görmezlikten gelerek bir yarım çevirme hareketiyle vücudumu aynı istikamete çevirmiştim. Fakat hiçbir şey görmediğim, işitmediğim halde onun bize doğru geldiğini seziyor, ensemde hafif bir ürperti hissediyordum. Müjgân:
- Ne o, sen birdenbire sustun, dedi ve başını çevirince on, on beş adım ileride Kâmran'ı gördü.
Ayaküstü birkaç dakikalık bir sabah sohbetinden kaçınmaya artık imkân kalmamıştı.
Kâmran, Müjgân'a takılmakla söze başladı:
- Bugün de şemsiyenizi unutmamışsınız, dedi. O, gülerek cevap verdi:
- Evet ama, bugün de yağmur tehlikesi var...
Kuzenim, kendi durgun ve kararsız mizacına benzeyen bugünkü havadan pek hoşlandığını anlatıyordu. Müjgân, buna itiraz etti. Elindeki şemsiyeyi açıp kapamakla eğlenerek:
- Güzel ama, insana hüzün veriyor, dedi. Bu mevsimden sonra günler ekseriya bugüne benzer. Sonra kış. Bilmezsiniz buranın kışı ne kadar sıkıcıdır:.. Babam aksi gibi öyle bir alıştı ki, başka bir yere kaydıracaklar diye ödü kopuyor.
Kâmran, şaka etti:
- O kadar aleyhinde bulunmayın. Kim bilir, belki zengin bir yerli ile evlenirsiniz.
Müjgân, işi ciddiye alarak başını salladı:
- Allah esirgesin, dedi.
Bu esnada yanımızdan -çıplak ayakla- bir balıkçı geçiyordu. Bir gün kendimi Marika diye tanıttığım ihtiyar balıkçı. Başı yine bir kırmızı mendille sanlı. Bana aşinalık etti:
- Çoktan görünmüyorsun, Marika, dedi.
- Bir gün sizinle balığa çıkmaya hazırlanıyorum, dedim.
Konuşa konuşa bayırın kenarına doğru yürümeye başladık.
Biraz sonra tekrar yanlarına döndüğüm zaman, Müjgân, kuzenime bu Marika hikâyesini anlatıyordu. Sözünü bitirdikten sonra bileğimden tuttu:
- Beni değil ama, galiba Feride'yi büsbütün Tekirdağ'da bırakacağız, dedi. Kısmeti çıktı. Isa kaptan diye bir balıkçının oğluna istiyorlar. Balıkçı deyip de geçmeyin. Son derece zengin bir insan.
Kâmran gülüyor:
- Milyoner de olsa o kadar demokrat olamayız, değil mi, Feride? diyordu. Ben, kuzen sıfatıyla buna katiyen razı olmam.
Akıllı uslu Müjgân'ı bugün hangi hain şeytan dürtüyordu. Kâmran'm bu sözüne karşı ne dese beğenirsiniz?
- Hepsi o kadar değil, Feride'nin daha yüksek kısmetleri de var. Mesela ateş gibi bir süvari zabiti her akşamüstü atıyla evimizin karşısına geliyor, kendini Feride'ye beğendirmek için tehlikeli hünerler yapıyor.
Kâmran, bu sefer kahkaha ile gülüyor. Fakat bu kahkahanın içinde deminki gülüşe benzemeyen, tuhaf bir şey, bir kırıklık vardır.
- Buna diyeceğim yok. Cevap vermek kendi hakkı, diyordu.
Müjgân'a gizli bir "Sana gösteririm" işareti yaparak:
- Sen çok oluyorsun artık, dedim. Bilirsin ki, böyle lakırdılardan hoşlanmam.