Kelimesi kelimesine aklımda kalmış olan bu sözlerde hakikaten yakıp hırpalayacak bir şey var mıydı? Bunu bugün bile anlamış değilim. Fakat, ne bileyim, teyzemin beni kıymetli oğlu için biraz küçük gördüğü korkusunu seziyordum.
Nasihatlerinin nasıl tesir ettiğini anlamak ister gibi: - Şimdi artık anlaştık, değil mi, Feride? dedi. Sırf akraba ve bir iki yakın dost için bir nişan ziyareti yapacağız.
Kendimi çiçeklerle ve avizelerle süslü bir masada şimdiye kadar alışmadığım bir tuvaletle, bambaşka saçlar ve çehreyle onun yanında gördüm. Bütün bakışlar üzerimize toplanmıştı.
Birdenbire titreyek silkindim:
- imkânı yok bunun teyze, diyerek dörtnala aşağı kaçtım.
Müjgân, bugünlerde benim için bir abladan fazla bir şey, hemen hemen bir anne olmuştu. Geceleri odamızda yalnız kaldığımız zaman lambayı söndürüyor, onun hırpalanmaktan büsbütün incelmiş vücudunu kollarımın arasına alıyor, cevap vermemesi için elimle ağzını tıkayarak yalvariyordum:
- Dünyada en acıdığım, alay ettiğim insanlar, nişanlı kızlardı. Ben, onlardan biri oldum. Onlara yalvar. Kimse bana, nişanlı demesin. Yerin dibine geçiyorum, korkuyorum, ben daha çocuğum. Önümüzde daha dört uzun sene var. O zamana kadar daha büyürüm, alışırım. Kimse bana nişanlı muamelesi etmesin şimdi.
Nihayet, ağzı serbest kalan Müjgân:
- Peki, diyordu. Yalnız bir şartla. Daha doğrusu iki şartla. Evvela'benimle boğuşmayacaksın. Sonra, onu çok sevdiğini bana, yalnız bana, bir kere daha tekar edeceksin.
O zaman, Müjgân'in göğsüne yüzümü saklıyor, başımla üst üste birkaç kere "evet" işareti yapıyordum.
Müjgân, vaadinde durmuştu. Evdekilerden olsun, dışarı-dakilerden olsun kimse yüzüme karşı -nişanlandığımdan- bahsetmiyordu. Arada bir şakalaşmaya kalkanlar olursa benden, ağızlarının payını alıyorlar ve susuyorlardı Hatta, bunlardan biri bir gün benden, ağzına bir hafif şamarcık da yedi. Fakat bereket versin yabancı değil, kuzenimin ta kendisiydi bu... Benim tarafımdan gayet haklı bir şamarcık; fakat, Allah esirgesin, Besime Teyzem duysa, kim bilir, bana neler yapardı.
Böyle olmakla beraber, yine de köşkte pek rahat sayılmazdım. Mesela, mevkiim büyüdüğü için, günün birinde beni evin daha hatırlı bir odasına taşıyorlar, perdelerimi, karyolamı, gardırobumu değiştiriyorlardı ve bunun sebebini sormaya, tabii cesaret edemiyordum.
Bir gün, araba ile Merdivenköyü'nde bir köy düğününe gidilecekti. Araba, kalabahkçaydı. Boş bulundum:
- Arabacının yanma bineyim, dedim.
Bir kahkaha koptu. Ben, kızararak kös kös arabaya bindim.
Eskiden olduğu gibi ara sıra mutfaktan kayısı kurusu falan aşırmaya gittikçe hain aşçı:
- Ne istersen açık yeyiver, küçükhanım. Gayrı zatınıza hırsızlık yakışmaz, diye benimle alay ediyordu.
Kimse, henüz bir şey söylemediği halde artık sokaktan çocuk çağırmaya da cesaret edemiyordum. Kırk yılda bir ağaca çıkmak için bucak bucak saklanmak ve geceyi beklemek lâzım geliyordu. Fakat, bunların arasında en başa çıkılmazı, Kâmran'dı. Vakanın son günleri köşkte, onunla kovalamaca oynamakla geçti diyebilirim.
O, beni yalnız yakalamak için fırsat arıyordu. Ben, bütün şeytanlığımı, kendimi tenha bir yerde kıstırmamaya sarf ediyordum.
Ara sıra bana teklif ettiği araba gezintilerine yanaşmıyor, pek fazla ısrar ederse yanımıza -Müjgân'dan başka- birini alıyor ve yolda mütemadiyen onunla konuşuyordum. Müjgân'dan başka diyorum Çünkü Müjgân'ın yolda beni; onunla yalnız bırakmak için kaçmayacağına, yahut da lüzumsuz gevezelikler etmeyeceğine emniyetim yoktu.
Kâmran, bir gün bana:
- Biliyor musun, Feride, beni bedbaht ediyorsun dedi.
Kendimi tutamadım:
- Şimdiden mi? dedim.
Bu suali, o kadar komik bir hayretle sormuştum ki, ikimiz de gülmeye başladık.
- Müjgân'a söylediğini bir kere de senin ağzından işitmek istiyorum. Zannederim ki, bu benim hakkım
Müjgân'a ne söyledğimi hatırlamıyormuşum gibi yalandan gözlerimi havaya kaldırdım, düşündüm. Sonra:
- Evet, ama, dedim. Müjgân kız. Cariyeniz de, zannederim, öyle. Aramızda konuştuğumuz her şey, herkese söylenemez.
- Ben herkes miyim?
- Yanlış anlamayınız. Tipiniz, biraz kadın tipi olmasına rağmen erkeksiniz. Demek ki, bir kız arkadaşa söylenecek her şey bir erkeğe tekrar edilmez.
- Ben, senin nişanlın değil miyim?
- Galiba bozuşacağız. Biliyorsun ki, ben bu kelimeyi istemiyorum
- Görüyorsun ki, kendime bedbaht demekte hakkım var. Yine belki ağzıma vurursun diye kelimeyi söylemeye cesaret edemiyorum. Fakat sana karşı, kimse için duymadığım bir his var içimde...
Ne vakitten beri, kaçtığım kapana tutulmak üzere olduğumu anladım. Konuşursam, ya sesim titreyecekti, ya başka bir münasebetsizlik yapacaktım. Kâmran'ın sözünü ağzına bırakarak sokağa doğru bir koşu kopardım.
Onun da, arkamdan geleceğini zannediyordum. Fakat öyle bir şey işitmeyince yavaşladım; biraz sonra, usulca arkama baktım.
O, sadece ağaçlardan birinin altındaki bir kamış kanepeye oturmuştu.
Kendi kendime:
- Galiba ben, ayıp yapıyorum, dedim.
Öyle sanıyorum ki, Kâmran bu esnada bana baksa pişmanlığımı anlayacak, tekrar yanıma gelecekti ve galiba, ben de artık kaçamayacaktım.
Kuzenimin oturuşunda, hakikaten bedbaht bir insan tavrı vardı. Kendi kendime gayret vermek için söylenmeye başladım:
- Sinsi sarı çıyan. Bu bahçede mesut dulun etekleri arkasından nasıl koştuğunu daha unutmadım. Pekâlâ yapıyorum.
Tatilin son günlerinde başımdan geçen bir kazayı da söylemeden geçemeyceğim.
Köşk halkı bir gün sağ elimin bir parmağının kocaman bir sargı beziyle bağlı olduğunu gördüler. Soranlara: