Выбрать главу

- Bir şey değil, bir parçacık kestim; ziyanı yok, kendi kendine geçer, diyordum.

Teyzem yarayı inatla sakladığımı fark edince:

- Mutlaka bir yaramazlık ettin. Ehemmiyetli bir şey ki, saklıyorsun. Bir hekime gösterelim, başımıza bir iş açar, diyordu.

Hakikat şuydu: Teyzem, beni bir gün yatak odasındaki gardırobundan galiba bir mendil almaya göndermişti. Gardırobun aralık bir gözünde mavi kadife kaplı bir mahfaza gördüm. Bu, benim nişan yüzüğümdü. Onu bir dakika parmağımda seyretmek hevesine karşı koyamadım. Fakat, bu kapris, bana pahalıya mal oldu. Yüzük, teyzemin korktuğu gibi biraz dar yapılmıştı; bir türlü parmağımdan çıkmıyordu. Manasız bir heyecan içinde bir hayli zorladım, sonra dişlerimle çıkarmaya çalıştım. Nafile. Ben, uğraştıkça parmak şişiyor, yüzük büsbütün daralı-yordu.

Söylesem muhakkak bir çaresini bulacaklardı. Fakat, nedense, bu yüzükle yakalanmak fena halde kibrime dokunuyordu. İşte o zaman, parmağımı bir sargı ile bağladım. Tam iki gün vakit buldukça odama kapanıp sargıyı çıkararak kendi kendime saatlerce uğraştım. Üçüncü gün, hakikati utana sıkıla tey-zeme itiraf etmeye hazırlandığım bir zamanda yüzük kendiliğinden çıkıvermesin mi?

Niçin? herhalde, geçen iki gün içinde üzüntü ve sıkıntıdan zayıflamış olacaktım.

Tatilin son günü, hazırlığa başlamıştım. Kâmran, buna itiraz etti:

- Bu kadar aceleye ne lüzum var. Feride? Birkaç gün daha kalabilirsin, dedi.

Fakat ben, model bir talebeymişim gibi razı olmuyor:

- Sörler, mutlaka mektep açıldığı gün gelmemi tembih ettiler. Bu sene de dersler çok sıkı, diye çocukça bahanelerle inat ediyordum.

Kâmran, bu ısrarım karşısında yine bir hüzün ve dalgınlık nöbeti geçirdi.

Ertesi gün, beni mektebe götürürken hiç konuşmadı ve ayrılacağım zaman:

- Benden bu kadar çabuk kaçmak isteyeceğini ummaz-dım, Feride, diye sitem etti.

Zaten, pek öyle aklı başında, çalışkan bir talebe değildim. Üstelik, bu dert çıkınca büsbütün kendimi şaşırdım.

İlk üç ayın notları son derece fena gitti. Bu, bir gayret yapıp kendimi toplarlamazsam, sınıfta kaldığımın resmiydi.

Bültenler dağıtıldığı günün akşamı Sor Aleksi, beni bir köşeye çekti.

- Notlan beğendin mi, Feride? dedi. Bedbin bir tavırla başımı saklayarak:

- Epeyce bozuk Ma Sor, dedim.

- Epeyce değil, pek çok. Ben sizin bu kadar düştüğünüzü hatırlamıyorum. Halbuki bu sene başka türlü çalışacağını umardım.

- Hakkınız var. Bu sene geçen seneden bir yaş daha büyüğüm.

- Sadece o kadar mı?

Garip şey! Sor Aleksi, çenemi okşuyor, manalı manalı gülüyordu. Ne yapacağımı şaşırarak gözlerimi gözlerinden kaçırdım.

Ah bu Sörler! Dünyaya ait hiçbir şeyin farkında görünmemelerine rağmen en küçük dedikoduları bilirler, öğrenirler. Kimden? Nasıl? On sene aralarında yaşadığım ve öyle pek alık, salak bir kız olmadığım halde bunu bir türlü anlayamamışım-dır.

Ben, bir bahane ile kendimi kurtarmaya uğraşırken, Sor Aleksi, daha açıldı:

- Zannederim ki, bültendeki numaraları herkese göstermekten sıkılacaksınız, dedi.

Arkasından daha ağır bir taş:

- Bu sene sınıf geçemezseniz bir sene, bir uzun sene daha burada beklemek tehlikesi var.

Baktım ki, taarruza geçmezsem Sor Aleksi'den yakamı kurtarmaya imkân yok. Çaresiz, yüzsüzlüğü ele aldım, yalansı bir saflıkla:

- Tehlike mi? Niçin tehlike? diye sordum.

Sor Aleksi, kadınca konuşmasının zaten son hadlerine varmıştı. Bundan ilerisine gitmek, aşağı yukarı, benimle yüz göz olmak demekti. Mağlup olduğunu bana göstermekten çekinmeyen koket bir tavırla yanağıma bir fiske vurdu:

- Onu, sen kendi kendine bulabilirsin, dedi ve yürüdü.

Misel, bu sene mektepte yoktu. Olsaydı, muhakkak, beni, konuşmaya mecbur edecek, zihnimdeki perişanlığı büsbütün arttıracaktı.

Bir sene evvel uydurma bir masaldan bahsederken ne kadar serbest ve farfaraysam bu sene hakikaten nişanlı bir kız vaziyetine düştükten sonra o kadar korkak olmuştum. Arkadaşlarımdan beni tebrik edenleri kısa, kuru bir teşekkürle başımdan savıyor, yılışmak meylini gösterenlere yüz vermiyordum.

Yalnız, bir tanesi, bizim taraflardaki bir ermeni doktorun kızı, bu inadımı yenmeye muvaffak oldu. Hafta tatillerini mektepte geçiriyordum. Üç ay içinde, ya iki ya üç gece eve çıkmıştım.

Sebebini kendim de pek iyi bilmediğim bu inat, Besime Teyzem'le Necmiye'yi gücendiriyor, Kâmran'a ne düşüneceğini, ne yapacağını şaşırtıyordu. O, ilk aylarda her hafta mektebe uğruyordu. Sörler bir şey söylemeye cesaret edememekle bareber bir nişanlının bir talebeyi ziyaret etmesini skandal addediyorlar, kuzenimin beni parloir'da beklediğini haber verirken, yüzlerini ekşitiyorlardı.

Ben, parloir'ın mahsus açık bıraktığım bir kapı kanadına dayanıyor, ellerimi mektep gömleğimin kayış kemerlerine sokarak ayakta nihayet beş dakika konuşuyordum. Kuzenim, ara sıra bana, mektup yazmayı da teklif etmişti. Fakat Sörlerin, gelen mektupları, Türkçe bilen birisine okuttuktan sonra yırtmak âdetleri olduğunu söyleyerek vazgeçirmiştim.

Bu ziyaretlerin birinde, aramızda hiç hoş olmayan bir konuşma geçtiğini hatırlıyorum.

Kâmran, uzak durmama sinirlenerek kapıyı zorla kapamak istemişti. Fakat, o yaklaşırken ben, kendimi dışarı atmaya hazır bir vaziyet almış, alçak sesle:

- Rica ederim Kâmran, demiştim. Biliyorsunuz ki, odada görünür görünmez kaç delik varsa, o kadar da göz vardır. O birdenbire duraladır

- Nasıl olur, Feride? Biz nişanlıyız. Yavaş yavaş omuzlarımı kaldırdım: