- işte, asıl o bozuyor ya dedim, bir gün: "Ziyaretleriniz biraz sıkça oluyor. Affedersiniz ama, burasının mektep olduğunu hatırlamanız lâzım gelir!" yolunda bir söz işitmek istemezsiniz...
Kâmran, bembeyaz kesildi ve o günden sonra bir daha mektebe uğramadı.
Yaptığım, hakikaten fenaydı. Fakat, başka çare yoktu. Kâmran'ın yanında sınıfa dönüş, bütün başların bana çevrilmesi, yürekler acısı bir şeydi.
Ne anlatıyordum? Evet, bir gün doktorun hafta tatilinden dönen kızı bana:
- Kâmran Bey, Avrupa'ya gidiyormuş, öyle mi? dedi. Birdenbire şaşaladım:
- Nereden bu haber? dedim.
- Babamdan Madrid'deki amcası çağırmış. "Bilmiyorum" demeyi kibrime yediremedim.
- Evet, öyle bir fikir var; küçük bir seyahat, dedim.
- Pek küçük değil, sefaret kâtibi oluyormuş.
- Çok az kalacak.
Konuşmayı bu kadarla keserek ayrıldık. Arkadaşımın babası, bizim köşkten ayağı eksik olmayan bir insandı. Aile dostumuz gibi bir şeydi. Havadisin doğru olması mümkündü. Fakat, nasıl oluyor da, bana bir şey söylemiyorlardı. Günleri hesapladım. Yirmi günden beri köşkten haber alamamıştım.
O gece hep bu meseleyi düşündüm. Kâmran'a gösterdiğim manasız uzaklığı unutuyor, bu kadar mühim bir şeyi bana haber vermediği için içimden darılıyordum. İşin nihayetinde biz artık birbirine bağlı iki insandık.
Ertesi gün, perşembeydi. Hava, açık olduğu için öğleden sonra gezmeye çıkacaktık, tçim içime sığmıyordu. Bu düşünceler içinde bir gece daha geçirmek fikri beni korkuttu.
Sor Süperiyör'e giderek teyzemin hasta olduğunu söyledim ve izin istedim.
Allahtan o gün, sörlerden biri Kartal'a gidiyordu. Erenköy istasyonuna kadar beraber gitmek şartıyla, Sor Süperiyör, istediğim izni verdi.
Elimde küçük valizimle köşke vardığım zaman ortalık kararmak üzereydi.
Kapıda beni, köşkün köpeği karşıladı. Bu, ihtiyar köpek, son derece açgözlü ve dalkavuktu. Çantamda, iyi kötü daima yenecek bir şey bulunduğunu bildiği için yolumu kesiyor, karşımda ayağa kalkarak geri geri yürüyor, ön ayaklarıyla bana tutunmaya çalışıyordu. Ağaçların arasından Kâmran'ın bana doğru gelmekte olduğunu görerek yere çömeldim, köpeğin üstüme sürünmesini istemediğim kirli ayaklarını yakaladım.
O, kocaman ağzını güler gibi açarak dilini sarkıtıyor, ben, onun burnunu sıkıyordum. Hasılı, aramızda bir oyun, bir cilveleşmedir gidiyordu.
Kâmran ta yanıma geldiği zaman keşfetmiş gibi görünerek:
- Şu gülüşe bakınız, dedim. Aman, ne kocaman ağız! Timsaha benzemiyor mu?
O, şimdilik dudağında acı bir tebessümle yalnız bana bakıyordu.
Köpeği bırakarak eteklerimi silkeledim; mendilimle ellerimi de sildikten sonra birini kuzenime uzattım:
- Bonjur, Kâmran, teyzem nasıl? Ehemmiyetli bir şey değil inşallah...
O, biraz hayretle:
- Annem mi? diye sordu. Annemin hiçbir şeyi yok. Hasta diye mi duydun?
- Evet, hasta diye işittim de merak ettim; pazara kadar sabredemeyerek izin aldım.
- Kim söyledi?
Yeni bir yalan uydurmaya vakit olmadığı için:
- Doktorun kızı, dedim.
- O mu sana söyledi?
- Evet, söz arasında: "Babamı size çağırdılar, galiba teyzeniz hastaymış" dedi.
Kâmran, hayret ediyodu:
- Yanlış olacak. Hatta doktor, son günlerde, ne annem, ne de başkası için köşke uğradı.
Bu nazik bahis üzerinde fazla durmadan:
- Çok sevindim, dedim. Öyle merak ediyorum ki... Onlar, tabii, içerdeler...
Çantamı yerden alarak yürümek istedim. Kâmran, elimden tuttu:
- Neden bu acele Feride? Adeta benden kaçıyorsun! dedi.
- Ne münasebet, dedim. Botlarım sıkıyor da... Zaten içeriye beraber gidecek değil miyiz?
- Evet, ama, içeride de, çaresiz herkesle bareber konuşacağız. Halbuki, ben seninle yalnız konuşmak istiyorum. Heyecanımı gizlemek için alaycı bir tavır alarak:
- Emir sizin, dedim.
- Mersi. O halde, istersen kimseye görünmeden bahçede biraz dolaşabiliriz.
Kaçmamdan korkuyor gibi elimi bırakmıyordu. Öteki eliyle çantamı aldı. Yan yana yürümeye başladık. Nişanlandık ni-şanlanalı ilk defa yan yana...
Yeni yakalanmış bir kuşun yüreği, göğsünde nasıl atarsa benimki de öyle atıyordu. Fakat zannederim ki, beni bıraksa da artık kaçmaya kuvvet bulamayacaktım.
Birbirimize bir şey söylemeden bahçenin sonuna kadar yürüdük. Kâmran, beklediğimden çok fazla müteessir ve dargın görünüyordu. Bu üç ay içinde ne olmuştu, aramızda ne değişmişti, bilmiyorum. Fakat, bu saatte kendimi ona karşı suçlu görüyor, şimdiye kadar gösterdiğim vahşiliğe pişman oluyordum.
Kış ortasında olduğumuzu unutturacak kadar güzel ve sakin bir akşamdı. Etrafımızdaki kuru dağ tepeleri bir mercan kızıllığı içinde yanıyordu. Kâmran'a karşı suçlarımı bu kadar kolay kabul etmemde bunun da mı tesiri vardı acaba, bilmiyorum.
Bu saatte, onun gönlünü alacak bir kelime bulmak benim için dayanılmaz bir ihtiyaçtı. Fakat, aklıma hiçbir şey gelmiyordu.
Artık geri dönmekten başka yapılacak iş kalmayınca Kâmran:
- Şuraya biraz oturabilir miyiz, Feride? dedi.
- Sen, nasıl istersen, dedim. Vakadan sonra ilk defa sen diyordum. Kâmran, pantolonuna dikkat etmeden oradaki bir kayanın üstüne oturuverdi. Onu, hemen kolundan tutup kaldırdım:
- Sen, naziksin; kuru yere oturma, dedim ve arkamdaki lacivert pardösüyü çıkararak oturacağı yere serdim.
- Ne yapıyorsun, Feride? dedi.
- Hasta olmaman için, dedim. Zannederim ki, seni muhafaza etmek bundan sonra benim vazifem oluyor.
Kuzenim bu sefer de galiba kulaklarına inanamadı:
- Ne söylüyosun, Feride? dedi. Bunu sen mi bana söylü-yosun? Nişanlandığımızdan beri senden işittiğim en tatlı söz.
Başımı önüme eğdim ve sustum.
Kâmran, pardösümü tekrar eline almıştı. Okşar gibi hareketlerle kollarına, yakasına, düğmelerine dokunuyordu.