Выбрать главу

- Sana biraz sitem yapmaya hazırlanıyordum, Feride, dedi. Fakat şimdi hepsini unuttum. Gözlerimi kaldırmadan:

- Ben sana bir şey yapmadım ki, dedim. O, beni tekar vahşileştirmekten ürküyormuş gibi yanıma yaklaşmaktan korkarak:

- Zannederim ki, yaptın, Feride, dedi. Hatta fazlaca bile.

Bir nişanlı, bu kadar ihmal edilir mi? içimde fena şüpheler de uyandı. Sakın Müjgân yanılmış olmasın?

istemeden güldüm. Kâmran, merakla sebebini sordu, evvela cevap vermek istemedim. Fakat, o, ısrar edince gözlerimi kaçırarak:

- Müjgân yanılsaydı, böyle olmazdı ki, dedim.

- Böyle ne demek? Yani benim nişanlım mı? Gözlerimi kapayarak üst üste iki defa başımı salladım.

- Feridem!

Bir küçük feryada benzeyen bu ses hâlâ kulağımdadır. Gözlerini açtım ve onun büyümüş gibi görünen gözlerinde iki iri yaş damlası gördüm.

- Beni, bu dakika içinde o kadar mesut ettin ki, ölürken aklıma gelirse ağlayacağım. Öyle yüzüme bakma. Sen daha pek küçüksün. Mümkün değil, öyle şeyleri anlayamazsın. Hepsini unuttum artık.

Kâmran, bileklerimi tutmuştu. Onları geri çekmedim, fakat hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bu, böyle bir nöbetti ki, Kâmran, adeta korktu.

Aynı yollardan geriye dönerken ben, hâlâ ikide bir içimi çekiyor ve hıçkırıyordum. O, artık bana elini dokundurmaya cesaret edemiyordu. Fakat, ben onun gönlünün rahat ettiğini anlıyor ve memnun oluyordum.

- Sen önden gitmelisin, dedim. Ben havuzda yüzümü iyice yıkayacağım. Beni, bu suratla görürlerse ne derler? •

Birdenbire aklıma gelmiş gibi Kâmran'a sordum:

- Avrupa'ya bir seyahat varmış öyle mi? O, cevap verdi:

- Bir fikir. Daha doğrusu, benim fikrim de değil. Madrid'deki amcamın bir tasavvuru. Nereden duydun? Kısa bir tereddütten sonra:

- Doktorun kızından, dedim.

- Doktorun kızı, sana ne çok haberler veriyor, Feride?

Kâmran dikkatle yüzüme bakıyordu. Kızararak başımı çevirdim.

- Sakın annemin hastalığı bir bahane olmasın?

- Doğru söyle, Feride. Sen bunun için mi geldin?

Yanıma yaklaşmıştı. Elleriyle başımı okşamak istiyor, fakat ürkütmekten korkuyordu. Halbuki ben, bilâkis, ona alışmaya başlamıştım. Sualini bir kere daha tekrar etti:

- Tahminim doğru mu, Feride?

Kâmran'ı çok memnun edeceğini hissederek: "Evet" diye başımı salladım.

- Ne güzel... Dünden beri talihim ne kadar değişti!

Ellerini oturduğum koltuğun kenarlarına dayayarak bana doğru eğildi. Bu vaziyette dört tarafımdan kuşatılmış bulunuyordum. Bana el dokundurmadan yaklaşmak için kurnazca bir buluş. Oturduğum yerde kirpi gibi büzülüyor, omuzlarımı kaldırarak geri çekiliyordum. Çok yakın olan yüzüne bakmamak için mendilimle oynayarak sordum: - Amcan ne teklif ediyor.

- Olacak gibi değil. Beni, sefaret kâtibi olarak yanına almak istiyor. Muayyen bir mesleği, yahut bir memuriyeti olmamasını bir erkek için eksiklik sayıyor. Ben, tabii onun fikirlerini söylüyorum. "İlerde bir sefaret memuruyla beraber Avrupa'ya gitmek belki Feride'yi de memnun edecektir" diyor. Ne bileyim, birtakım sözler...

Bahis ciddileştiği için Kâmran muhasaraya nihayet vererek doğrulmuştu. Ben de, hemen yerimden kalktım.

Konuşmamız devam etti:

- Bu teklife niçin "Olacak şey değil" dedin? Avrupa'ya gitmek seni memnun etmeyecek mi?

- O cihetten söylemiyorum. Bundan sonra, ben artık hareketlerimde serbest bir insan değilim. Hayatıma taalluk eden her şeyi seninle konuşmaya mecburum. Öyle değil mi?

- O halde gidebilirsin.

- Demek, benim istanbul'dan ayrılmama razı oluyorsun, Feride?

- Mademki bir erkek için mutlaka bir meslek lazımmış...

- Sen, benim yerimde olsan gider miydin?

- Zannederim ki, giderdim. Yine zannedirim ki, senin de şimdi öyle yapman lâzım.

itiraf etmeliyim ki, bu sözleri yalnız dudaklarım söylüyordu. Yoksa, içimden bu dakikada büsbütün başka türlü konuşuyordum. Mamafih, bana da hak vermen lâzım. "Ben seni bırakıp gideyim mi?" diye sorana başka türlü cevap bulunur mu?

Öte taraftan, Kâmran da, bu ayrılığı bu kadar kolay kabul etmeme müteessir oluyordu. Bana bakmadan odanın içinde bir iki adım yürüdükten sonra döndü, aynı suali tekrar etti:

- Demek amcamın teklifini kabul etmemi doğru buluyorsun?

- Evet.

- O halde düşünürüz. Kati bir karar vermek için, daha vaktimiz var.

Yüreğim hafifçe burkuldu. "Düşünürüz" deyince artık mesele kalmıyor muydu?

Herkesin daima benden istemiş olduğu gibi, bir büyük insan ağırbaşlılığıyla konuşmaya başladım:

- Ben, daha fazla düşünmeye değer bir şey görmüyorum. Amcanın teklifi hakikaten hoş bir teklif. Kısa bir seyahat hiç fena olmaz.

- Bir memuriyet, o kadar kısa bir şey mi, Feride?

- Doğrusu, pek uzun da sayılmaz. Bir, iki, üç, dört senecik. Göz yumup açmcayakadar geçer... Tabii arada geleceksin de...

Bu bir, iki, üç, dört seneyi parmaklarıyla o kadar kolay sayıyordum ki...

Kâmran'ı bir ay sonra, Galata rıhtımından vapura bindiriyorduk. Onu, Avrupa'ya gitmeye teşvik ettiğim için, arkabala-nmın hepsi beni tebrik ediyorlardı. Yalnız Müjgân, bundan memnun olmadı. Tekirdağ'dan bana yazdığı mektupta, "Hiç iyi yapmadın, Feride" diyordu. "Mani olmalıydın. En güzel senelerinizi ayrı geçirmekte ne mana vardı? Dört sene, biter tükenir şey mi?"

Mamafih bu dört sene Müjgân'ın korktuğundan çok daha çabuk geçti.

Kâmran tekaüt olan amcasıyla beraber büsbütün istanbul'a döndüğü zaman ben bir ay evvel mektepten çıkmış bulunuyordum.

Mektepten çıkmak! Ben, içinde yaşadığım müddetçe bu loş binaya "güvercinlik" adını vermiştim. Elimde iyi kötü bir diploma ile kendimi dışarı atacağım günün benim için bir kurtuluş bayramı olacağını söylerdim. Fakat günün birinde güvercinliğin kapısı açılınca kendimi; boyumu bir hayli uzatan yeni siyah çarşafım, uzun topuklu iskarpinlerimle sokakta bulunca neye uğradığımı şaşırdım. Üstelik teyzem de köşkte düğün hazırlıklarına başlamış. Bu, beni büsbütün çileden çıkardı.