Tekrar merdivenleri çıktık, ihtiyar hocanım, bu sefer beni, büyük bir kalem odasından buzlu bir camekânla ayrılmış, minimini bir hücreye soktu. Bugün, hakikaten şansım yoktu. Çünkü, orada da pek ümit vermeyen bir manzara ile karşılaştım. Sakalının bir tarafı siyah, bir tarafı adeta ağarmış bir efendi, hiddetten ateş püskürüyor, karşısında benim biraz evvelki halime benzer bir vaziyette tir tir titreyen bir hademeyi dövecek hareketler yapıyordu.
Önünde duran bir fincan kahveyi, bulaşık suyu döker gibi, pencereden sokağa serpti, sonra hademeyi ite kaka kapıdan dışarı çıkardı.
Yeni arkadaşımın yavaşça eteğinden çektim:
- Aman, buradan kaçalım, dedim.
Fakat buna vakit kalmadı. Müdür, bizi görmüştü;
- Hayrola Naime Hocanım? dedi.
Öfkeli bir insanın bu kadar çabuk yatıştığını ömrümde ilk defa görüyordum. Ne çeşit huyları var bu memurların, Yarabbi?
Mavi gözlü hocanım, birkaç kelime ile halimi anlattı. Müdür, tatlı bir gülümseme ile bana:
- Pekâlâ kızım, pekâlâ. Geç şöyle otur bakalım, dedi.
Bu kuzu gibi adamın, biraz evvel sokağa kahve döken, ihtiyar bir hademeyi dut ağacı silker gibi tartaklaya tartaklaya dışarı atan insan olduğuna bin şahit isterdi.
- Aç yüzünü bakayım kızım. OooL Sen daha hemen hemen çocuksun. Yaşın kaç?
- Yirmiyi bitirmek üzereyim efendim.
- Acayip. Mamafih, her neyse. Ancak sen, dışarı gidemezsin. Senin için hayli tehlike var.
- Niçin efendim?
- Niçini var mı, kızım? Sebep meydanda.
Müdür Efendi gülüyor, eliyle yüzümü göstererek Naime hocanıma işaretler yapıyor, fakat meydanda olan bu sebebi bir türlü söylemiyordu.
Nihayet, mavi gözlü hanıma göz kırparak;
- Ben daha çok söyleyemem. Sen kadınca daha iyi anlatırsın Naime Hanım, dedi.
Sonra, sakalını iki yana sallayarak kendi kendine konuşur gibi ilave etti:
- Ah, sen bilsen dışarılarda ne yaman oğlu yamanlar vardır!
Ben, saf bir hayretle:
- Efendim, o çok yaman dediğiniz adamlar kimlerdir, bilmiyorum. Fakat siz de bana onların olmadığı yerde ders bulursunuz, dedim.
Müdür, bu sefer elini dizkapaklarına vurarak daha fazla güldü:
- Eh!.. Bu hakikaten hoş!
Ben, bir insanı ilk görüşte ya severim ya sevmem. Sonradan bu ilk hissimin değiştiğini hiç hatırlamıyorum.
Her nedense, bu adamcağıza birdenbire kanım kaynayı-vermişti. Hele bir yanı beyaz, bir yanı kara olan sakalı, öyle hoştu ki, yüzünü sağa çevirdiği zaman hemen hemen genç bir adamı görüyordunuz; sola çeviıdiği zaman ise o adam, birdenbire gidiyor, yerine beyaz sakallı o ihtiyar yüzü gülümsemeye başlıyordu.
- Darülmuallimat'tan bu sene mi çıktınız, hanım kızım?
- Hayır efendim, ben Darülmuallimat'tan çıkmadım. Dam do Sion mektebinden diplomalıyım.
- Nasıl mektep bu?
Müdüre uzun uzun izahat verdim, sonra diplomamı uzattım. Galiba Fransızca bilmiyordu. Fakat, belli etmemek için kâğıdın ötesine, berisine bakıyor, elinde evirip çeviriyordu.
- Güzel, âlâ...
Naime Hocanım teklifsiz bir tavırla:
- Kuzum beyefendi, siz iyilik etmeyi seversiniz, şu çocuğu boş göndermeyin, dedi.
Müdür, kaşlarını çatarak, sakalını çekiştirerek düşünüyordu:
- Pek güzel, pekâlâ ama, bizimkiler galiba bu mektebin diplomasını tanımıyorlar.
Aklına bir şey gelmiş gibi elini masaya vurarak:
- Kızım, sen istanbul rüştiyelerinden birinde Fransızca muallimliği istersin. Bak, sana yolunu öğreteyim. Doğru İstanbul Maarif Müdülüğü'ne gidersin...
Ben, müdürün sözünü kestim:
- istanbul'da kalmama imkân yok efendim, dedim, mutlaka vilayetlerden birine gitmek mecburiyetindeyim. O, şaşırmıştı:
- Amma yaptın ha! dedi. Gönlünün rızasıyla Anadolu'ya gitmek isteyen muallimeye ilk defa tesadüf ediyorum. Ayol, biz muallimlerimizi istanbul'dan çıkarıncaya kadar akla karayı seçeriz. Sen ne dersin Naime Hocanım?
Müdür, hemen şüphelenmişti. Kurnazca bir istintak ediyor, ailem hakkında sualler soruyordu. Adamcağızı kandırın-caya kadar başıma hal geldi.
Müdür, oturduğu yerden, "Şahap Efendi" diye seslendi. Camekânlı kalem odası arasındaki kapıdan, ufak tefek, cılız bir genç göründü:
- Bak, Şahap Efendi, hanım kızı odaya al, Anadolu'da muallimlik istiyor, bir istida müsveddesi yaz, bana getir.
Artık, işime olmuş gözüyle bakıyor, müdürün boynuna atılmak, sakalının beyaz tarafından öpmek istiyordum. Şahap Efendi, beni kalem odasında karışık bir masanın önünde oturttu, müdürün istediği müsveddeyi yazmak için bana sualler sormaya, söylediklerimi bir kâğıt parçasına not etmeye başladı. Bu fakir kıyafetli, hasta çehreli memurda korkak, mahcup bir hal vardı. Sual sormak için bana baktıkça, adeta kirpikleri titriyordu.
Pencerinin yanında duran orta yaşlı iki kâtip, ağız ağıza bir şeyler konuşuyorlar, ara sıra yan gözle bize bakıyorlardı. Bir tanesi;
- Şahap, evladım, sen bugün fazla yoruldun. Şu istidayı biraz da biz yazalım, dedi.
Kuruyası dilim durmaz ki. Hele biraz sevindiğim vakit. Hiç münasebeti olmadığı halde:
- Bu dairede, arkadaşlar birbirlerini ne iyi koruyorlar, dedim.
Şahap Efendi, kıpkırmızı kesilerek başını eğdi. Acaba bir pot mu kırmıştım? Herhalde öyle olacak. Çünkü ötekiler de gülüşüyorlardı. Ne dediklerini pek duyamadım. Yalnız birinin, "Muallime Hanım hayli pişkin ve mukaşşer" sözü kulağıma çalındı. Bu sözlerin manası neydi? Bu efendiler ne demek istemişlerdi?
istida müsveddesi birkaç kere müdürün yanına gitti, geldi. Kırmızı mürekkeple allanıp pullandıktan sonra temize çekildi.
Müdür:
- Haydi bakalım, kızım, Allah tesirini halk etsin. Ben, elimden geldiği kadar yardım ederim, dedi.