Выбрать главу

Yine, dokuma çarşaflı müdirenin peşinde aynı dolambaçlı sokaklardan, tırıs tırıs mektebe döndüm. Keşke doğru otele gitseymişim.!

Hayriye Hanım, kırk beş yaşlarında, kara yüzlü, hırçın tavırlı, ufak tefek bir kadındı. Vakayı haber alır almaz yüzü bir kat daha karardı, gözleri büyüdü, incecik boynunun kenarlarında iki damar şişti. Sonra bayramda çocukların çaldığı kursak düdüğü gibi bir feryatla: "Eyvahlar olsun a dostlar! Bu da mı başıma geldi?" diye düşüp bayıldı.

Muallimler odası birbirine giriyor, gözlüklü bir ihtiyar hoca, kapıya üşüşen talebeleri kovmak için, adeta kucak kucağa onlarla güreşiyordu.

Arkadaşlar, Hayriye Hocanım'ı sırtüstü yere yatırmışlardı. Yüzüne sular, sirkeler sürüyorlar, boynundan büzmeli fani-le gömleğini gevşeterek, pire ısırıklarıyla benekli göğsünü ovuşturuyorlardı.

Ben, ne yapacağımı şaşırmış bir halde, odanın bir köşesinde, kolumda çantamla dimdik duruyordum.

Biraz evvel, kapıdaki çocukları kovan hocanım, gözlüğünün üstünden aksi aksi yüzüme baktı:

- Kızım, insaniyetine şaştım doğrusu, dedi. Bir de üstelik gülüyorsun.

Hakkı vardı. Maalesef kendimi tutamayarak gülümsemiş-tim. Kadıncağız, ona değil, kendi perişanlığıma güldüğümü nereden anlayacaktı?

Fakat, gülen yalnız ben değilmişim. Uzun boylu, keskin kara gözlü bir genç kadın da kıs kıs gülüyordu. Yanıma yaklaştı. Kulağıma usulcacık:

- Bilmeyen, bu kadının kocası evlenmiş, üstüne ortak getirmiş sanır. Baygınlık falan değil, vallahi şirretliğinden, dedi.

Huriye Hanım, yüzünden burnundan sular akarak gözlerini açmıştı. Midesinde barut patlamış gibi gürültü ile geğiri-yor, başını iki yana sallayarak:

- A dostlar, bana neler oldu? Bunca yıldan sonra başıma bu haller gelmeli miydi? diye perde perde sesini yükseltiyordu.

"Bülbülün çektiği dili belasıdır!" derler, yine bir münasebetsizlik ettim, hiç lüzum yokken, "Biraz iyileştiniz inşallah?" diye bir nezaket yapmak istedim. Sen misin hatır soran? Huriye Hanım, öyle bir parlayış parladı ki, anlatamam. Aman neler söylemedi? Hem canına kastetmişim hem de üstelik keyif soru-yormuşum. Dünyada bundan büyük yüzsüzlük, arsızlık, terbiyesizlik olamazmış.

Bir köşeye sinmiş, utancımdan gözlerimi kapatmıştım. Hocalar, Huriye Hanım'ı bir türlü yatıştıramıyorlardı. Perde perde sesini yükseltiyor, öyle kelimeler söylüyordu ki, Merkez Rüştiyesi'nde değil, en adi bir sokakta bile ağza alınmazdı.

Ne mal olduğum zaten yüzümden belliymiş. Onun ekmeğini elinden almak için Nezaret'te kim bilir, kaç kişiye...

Köşede, gözlerim kararıyor, vücudum buz gibi donuyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. En fenası, öteki hocanımlar da hemen hemen ona hak veriyor gibi vaziyetler alıyorlardı.

Birdenbire ortadaki masaya bir yumruk indi, bardaklar, sürahiler şangır şangır öttü.

Bunu yapan, biraz evvel benimle beraber gülen keskin kara gözlü genç kadındı. O, şimdi canavar gibi bir şey olmuştu. Yükseldikçe güzelleşen hırçın bir sesle haykırıyordu:

- Müdire Hanım, bu nasıl müdirelik? Bu kadının, bir mu-allimenin namusuna dil uzatmasına nasıl müsaade ediyorsunuz? Neredeyiz? Bir kelime daha söylemesine müsaade edersiniz, onu değil sizi mahkemelerde süründürürüm. Kendini nerede sanıyor bu kadın?...

Kara gözlü muallime, bu defa da ayağını yere vurarak öteki hocalara çattı:

- Aferin size arkadaşlar, çok beğendim doğrusu. Mektep içinde bir meslektaşın tahkir edilmesini böyle sırıta sırıta dinliyorsunuz ha?

Ortaklık, bir dakikada sütliman olmuştu. Huriye Hocanım, yalnız kalacağını anlayınca, yine ayıhp bayılmaya, ağlamaya başladı. Ders vakti galiba gelmişti. Hocalar defterlerini, kitaplarını, dikiş sepetlerini alarak birer birer dağılmaya başladılar.

Müdire Hanım, "Sizi odamda bekliyorum, kızım," diye kapıdan çıktı...

Biraz sonra, odada beni müdafaa eden arkadaşla yalnız kalmıştım. Ona teşekkür etmeye lüzum görerek:

- Vah vah!.. Siz de benim için üzüldünüz, dedim.

O, ehemmiyeti yok, demek ister gibi omuz silkti ve güldü:

- Mahsus yaptım. Böylelerine ara sıra gözdağı verilmezse olmaz, insanın başına çıkmaya kalkarlar sonra. Ne yaparsınız. Dersten sonra görüşürüz, olmaz mı?

Müdirenin kapısına kadar gittiğim halde içeri girmeyi bir türlü canım istemedi. Tekrar bu bahsi tazelemek beni iğrendiriyordu. Kollarım düşmüş, çantam ağırlaşmıştı, kimseye görünmeden mektepten çıktım, otele döndüm.

*

Hacı Kalfa, beni görür görmez, meyus bir tavırla kollarını

kaldırdı: " '

- Vah hocanım vah, neler gelmiş senin başına? diye söylenmeye başladı.

Vakayı benden daha iyi biliyordu. Bu kadarcık bir zaman içinde nasıl duymuştu.

Aman kızım, gözünü dört aç. İstanbul'a yazacağız diye sana bir oyun oynamasınlar. Nezaret'te tanıdığın varsa hemen mektup yazalım, dedi.

Beni Nazır'a tavsiye eden yaşlıca bir şairden başka kimseyi tanımadığımı söyledim. Hacı Kalfa, onun adını işitir işitmez çocuk gibi sevindi:

- Vay, o, benim velinimetimdir ayol, dedi. Burada bir zamanlar idadiye müdürü idi. Melek gibi bir insandır. Yaz kızım yaz ve beni seversen benden de selam yaz, de ki: "Hacı Kalfa kulun mübarek destlerinden busediyor."

Zavallı Hacı Kalfa, ikide bir, sakat ayağını sürüye sürüye yukarı çıkıyor. "Müddeiumumi Bey, hak onundur, korkmasın. Maarif Müdürü sıkıştırsın, diyor" yahut; "Belediye mühendisi yarın istanbul'a gidecek. Nezaret'e uğramayı vaat etti" yolunda havadisler getiriyordu.

Ne tuhaf memleket! Birkaç saat içinde rezaleti duymayan kalmamıştı. Otelin kahvesinde, hep bundan bahsedjliyormuş.