Выбрать главу

- Hacı Kalfa, bu ne iş? dedim. Burada herkes herkesi tanıyor?

ihtiyar adam, ensesini kaşıyarak:

- Avuç içi kadar yer, dedi. Nerede bulursun o taşına toprağına kurban olduğum istanbul'u. Orada olsa kim kime, dum duma. Buranın dedikodusu boldur. Bunu, böylece bilmiş olasın. Benden sana nasihat; kâmil ol, uslu ol. Öyle çarşıda pazarda yüzü açık gezme. İmdi: (Aman Yarabbi, bu imdi kelimesini ne tuhaf bir eda ile söylüyordu!) Sana bir kısmet de çıkar inşallah. Burada bir hocanım vardı. Arife Hocanım. Ceza Reisi kendisine nikâh etti. Şimdi, bir eli yağda, bir eli balda. Darısı senin başına. Aman güzel diye mi? Ne gezer! iffetli diye, ağırbaşlı diye, imdi dünyada namustan kıymetli şey yoktur insan için.

Gün geçtikçe, Hacı Kalfa'nın bana emniyeti, teveccühü artıyordu. Her gün, evinden ufak tefek eşya, dantel bir bardak örtüsü, işlemeli bir yüz havlusu, resimli hazır yelpaze gibi şeyler getiriyor, odamı süslüyordu.

Bazen biz konuşurken, aşağıdan, direk gibi bir ses:

- Hacı Kalfa, ne cehenneme kayboldun yine? diye haykırıyordu.

Bu Hacı Kalfa'nın efendisi, otelin sahibiydi.

İhtiyar adam, her defasında türkü söyler gibi, makamla yavaş yavaş:

- Elinin körü, elinin körü. Hacı Kalfalar kaldırsın seni, diye söyleniyor; sonra bağırıyordu:

- Geldik, geldik, az işimiz var da...

Otelde, Hacı Kalfa ile beraber, bir ahbabım daha olmuştu: Otuzbeş kırk yaşlarında manastırlı bir kadıncağız.

Onunla ahbaplığımızın nasıl başladığım anlatayım: Otele ilk geldiğim akşam, odamda eşyamı yerleştiriyordum. Hafif bir kapı gıcırtısı işittim. Baktım, odaya sarı basma entarili, yeşil krep başörtülü bir kadın giriyor.

Daha kapıdan girerken: "iyisiniz inşallah, safa geldiniz, hanım kızım" diye hatır sordu. Düzgünlü zarif yüzü; kireçle delik deşik tıkanmış, harap bir duvarı hatıra getiriyor; rastıklı kaşları, simsiyah dişleri, bu çehreye bir ölü kafası korkunçluğu veriyordu.

Biraz şaşırarak:

- Safa bulduk efendim, dedim.

- Valide hanım nerede?

- Hangi valide hanım efendim?

- Hocanım... Siz hocanınım kızı değil misiniz? Kendimi tutamayarak gülmeye başladım:

- Ben hocanınım kızı değil, kendisiyim efendim. Kadın, yere çömelir gibi yaparak, ellerini dizlerine vurdu:

- Ay! Hocanım siz misiniz? Hiç de böyle parmak gibi gencecik hocanım görmedim. Ben, sizi yaşlı başlı hocanım sanıyordum.

- Şimdi böylesi de oluyor efendim.

- Olur ya, olur ya... Bu dünyada ne olmaz? Biz, ta şu kar-şıki odacıkta oturuyoruz, çocukları uyuttum, "Safa geldin" demeye geldim size... Allah eksik etmesin, gündüzleri çoluk çocuk gailesi var. Haçan bu vakit olur, çocuklar uyurlar, bir kasvettir basar beni. Yalnızlık bir Allahü Teâlâ'ya muhsustur öyle değil mi hemşireceğim? Efkârları bre efkârlan; iç sigara, iç sigara, iç sigara. Sabahı ederim. Allah gönderdi sizi hemşireceğim. iki lakırdı eder, açılırız.

Kadıncağız, bana evvela! "Hanım kızım" diye hitap ederken, hoca olduğumu öğrenince, bunu "hemşireceğim"e çevirmişti.

Odadaki iskemleyi göstererek:

- Buyurun, oturun, dedim ve kendim karyolanın kenarına oturarak ayaklarımı salladım. Manastırlı Hanım:

- Ben iskemlede rahat edemem hemşireceğim, dedi ve tuhaf bir şekilde yere, ayaklarımın dibine oturarak dizlerini büktü, sonra entarisinin cebinden bir teneke tütün kutusu çıkararak kalın sigaralar sarmaya başladı. Bunlardan birini bana ikram etti.

- Teşekkür ederim, ben içmem efendim, dedim. O:

- Ben de çokluk içmezdim ya. Gam, kasavet böyle yaptı, dedi.

Komşum, adamakıllı dertliydi. Manastır'da epeyce zengin bir adamın kızıymış. Haline göre bağları, bahçeleri, öküzleri, inekleri, varmış. Babasının kapısında üç beş fukara doyuyor-nıuş. Manastır'ıii bellibaşlı beylerinden birçoğu onu istemiş. Fakat cahillik bu ya, o: "İlle kılıçlı zabite varacağım" diye tutturmuş. Keşke, anası ona yüz sopa vurup o beylerden birine verseymiş. Lâkin, o biçare kadın da başına geleceği ne bilsin! Tutmuş, bir tanecik kızını belindeki kılıçtan başka malı, mülkü olmayan bir mülazıme vermiş, hürriyete kadar şöyle böyle geçinmişler. Komşum 31 Mart'ta, Hareket Ordusu'yla. istanbul'dan dönen bir ahbaptan, kocasının (B.) de bulunduğunu ve bura yerlilerinden bir kadınla evlendiğini haber almış. Eh, olur ya; şeriatımız dörde kadar izin veriyor. Zavallı komşum] biraz ağlayıp sızladıktan sonra üç çocuğunu almış ve buraya gelmiş. Gelgelelim, kocası bu işten hiç memnun olmamış. vaktiyle yalvara yalvara aldığı karısı, ne ciğerpare evlatçıklarıj m gözü görüyor, onları tersyüzüne Manastır'a çevirmek için ı rar ediyormuş. "Bunca senelik karınım. Etme bana bu cefaları" diye ayaklarına kapandığı, köpekler gibi yalvardığı halde, bir türlü kendisini de burada alıkoymaya razı edemiyörmüş. Bu uzun hikâyeyi dinledikten sonra dayanamadım:

- A hanımcığım, siz de niçin sizi istemeyen bir insan üstüne bu kadar düşüyorsunuz? O sizi tekmeliyorsa siz de onu tekmelersiniz, olur biter, dedim.

Manastırlı Hanım, cahilliğime acır gibi, gülümseye gülüm-seye:

- A hemşireceğim, gözümü açtım, onu gördüm. Bunca yıl bir yastığa baş koyduk. Kocadan ayrılmak kolay mı? dedi ve sesini titrete titrete:

"Anadan geçilir, yârdan geçilmez" diye bir beyit okudu.

Ben, adeta hiddetle:

- insan, kendini aldatan bir erkeği nasıl sever? Ben, bunu anlamıyorum, dedim.

O, siyah dişleriyle acı acı sırıtarak:

- Siz daha pek çocuksunuz, "hemşireceğim. Bu acıları çekmemişsiniz, bilmiyorsunuz. Allah yine de bildirmesin, dedi.

- Ben bir kız biliyorum ki evleneceğine iki gün kala, nişanlısının kendisini başka bir kadınla aldattığını öğrendi, bu fena adamın yüzüğünü başına attı ve yabancı bir memlekete kaçtı.