*
Bir tesadüf eseri olarak Manastırlı komşum da, benimle aynı günde B.'den ayrıldı. Fakat o, herhalde benden çok daha acınacak bir vaziyette olarak...
Dün gece, çantamı hazırladıktan sonra yatmıştım... Uykumun arasında iri iri konuşma sesleri işitiyor, fakat bir türlü kendimi açamıyordum.
Birdenbire korkunç bir gürültüyle yataktan fırladım. Sofada bir şeyler yıkılıp devriliyor, gecenin sessizliği içinde çocuk feryatları, boğuk hırıltılar, sille tokat seslerine karışıyordu. Uyku sersemliğiyle ilk aklıma gelen şey yangın oldu. Fakat yangına uğrayanlar herhalde birbirlerini dövmezlerdi.
Dağınık saçlarım, çıplak ayaklarımla odadan fırladım ve feci bir dayak vakasıyla karşılaştım. Dev yapılı, palabıyık bir zabit, Manastırlı komşumu yerden yere sürüyor, çizmeleriyle çiğniyordu.
Çocuklar, bir ağızdan, "Anamız... Babam anamızı öldürüyor!" diye haykınyorlardı.
Zavallı kadın her tekmeden, yılan gibi ıslık çalarak inen her kamçıdan sonra inleyerek tahtaların üzerine yuvarlanıyor, fakat inanılmaz bir kuvvetle yine yerinden kalkarak zabitin dizlerine tırmanıyordu: "Kulun kurbanın olayım efendiciğim, öldür beni, lâkin bırakma, boşama!..."
Yarı çıplak olduğum için tekrar odama girmiştim. Zaten öyle olmasa da elimden ne gelirdi?
Alt katta yatanlar da uyanmış olacaklardı. Aşağı sofadan ayak patırtıları, anlaşılmaz sesler geliyordu.
Sofanın tavanında bir aydınlık gezinmeye başlamıştı. Merdiven aralığında Hacı Kalfa'nın çıplak başı parladı. Adamcağız, gürültüyü işiterek uyanmış, bir teneke lamba yakalayarak don gömlek dışarı fırlamıştı.
ihtiyar odacı: "Ne ayıptır, ne rezalettir, otelde bu olur mu?!" diye bağırarak aralarına girmek istedi. Fakat zabit, Hacı Kalfa'nın karnına çizmeli ayağıyla öyle bir tekme savurdu ki, biçare adeta kocaman bir futbol topu gibi havaya fırladı ye aralık kapıdan sırtüstü odama yuvarlanarak çıplak bacakları havaya kalktı. Bereket versin ben, atik davranmış kollarımla adamcağızın kafasını yakalamıştım. Yoksa, çıplak kafa, kocaman bir balkabağı gibi tahtalara çarpıp patlayacaktı.
Uyku sersemliği, korku, şaşkınlık, sonra Hacı Kalfa'nın hali hep bir araya gelmiş, fena halde sinirlerimi bozmuştu.
ihtiyar adam: "Vay aman! Vay aman! Hay nalçasına tükürdüğüm katırı!" diye söylenerek ayağa kalkıyordu.
Fakat bu sefer ben, karyolamın üstüne düşmüştüm. Ömrümde başıma gelmemiş bir kahkaha krizi içinde bunalıyor, tıkanıyor, ellerimle yorganları burarak kıvranıyordum. Artık dışarıda ne olup ne bittiğini anlayacak halde değildim.
Sesler, gürültüler tamamıyla kesilip otel sükûnuna dö-nünceye kadar kendime gelemedim.
Vakayı sonradan bana anlattılar:
Manastırlı Hanım'ın, arsız muhabbeti, nihayet kocasının canına yetmiş, zabit, ne pahasına olursa olsun kadını çocuklarıyla beraber memlekete göndermeye karar vermiş. Bu gece, biletlerin alınmış olduğunu, ertesi sabah erkenden hazır bulunmasını söylemeye gelmiş.
Manastırlı Hanım, kolay kolay onun yakasını bırakmaya razı olur mu? Tabii yalvarmaya, sırnaşmaya başlamış. Arala-nnda ^mbilir ne gibi sözler ve sahneler geçtikten sonra bu korkunç dayak faslı başlamış.
Belki iki saat sonra, tekrar uyumaya hazırlandığım sırada Hacı Kalfa, hafifçe kapıma vurdu: "Bak bakasın, hocanım, otelde başka kadın yok. Fakir hatuncağız bayılıp duruyor. Salt gülmek olmaz. Gel dinini seversen şuna biraz bak. Adımız erkeğe çıkmış diye yanına giremiyorum. Sonra ölür, mölür de başımız derde girer he!" dedi.
Kapı aralığında Hacı Kalfa'nın yüzünü görünce beni tekrar bir gülme aldı: "Geçmiş olsun!" demek istiyordum, fakat bir türlü kelimeler ağzımdan çıkmıyordu.
Hacı Kalfa, dargın dargın yüzüme baktı; yarı mahcup bir eda ile başını sallayarak:
"Gülürsün! Salt kıkır kıkır gülürsün. Ha çapkın seni! Şuna bak hele!" dedi.
"Gülüyorsun" kelimesini "gülürsün" diye o kadar tuhaf söylüyordu ki, şimdi bile gülmekten kendimi alamıyorum. Hemen bir saatten fazla dertli komşumla uğraştım. Zavallının vücudu yara bere içindeydi, ikide bir bayılıyor, gözlerinin siyahı kaybolarak çenesi kilitleniyordu.
Bir baygınla uğraşmak, ilk defa başıma gelen şey. Ne yapmak lâzım geleceğini kestiremiyordum. Fakat iş başa düşünce, insana öyle gayret geliyor ki...
Bu, her biri en aşağı beş dakika süren bayılmalarda kadıncağızın kollarını, vücudunu ovuşturuyor, kızına sürahiden su döktürerek ıslatıyordum. Alnı, yanakları, dudakları birkaç yerinden çatlamıştı. Bu çizgilerden ince ince sızan kanlar düzgünlere, sürmelere karışıyor, kirli bir siyahlık alarak çenesine, göğsüne sızıyordu. Yarabbi, ne çok boya varmış bu yüzde!... O kadar su döktüğüm halde, bir türlü bitip tükenmiyordu.
O sabah, uyandığım vakit, karşı odayı boş buldum. Zabit, erkenden onu, çocuklarıyla beraber bir arabaya atarak götürmüş, komşum gitmeden beni görmek, helallik dilemek istemiş, fakat gece, onun yüzünden uykusuz kaldığımı bildiği için uyandırmaya kıyamamış. Hacı Kalfa'ya selam bırakmış ve tekrar gözlerimden öpmüş.
*
Arabada, gözüm Hacı Kalfa'nın yüzüne rastladıkça gülüyordum. O, bu yersiz neşenin sebebini anlıyor, dargın bir gülümsemeyle başını sallayarak: